Telefonu arka kapı açık olduğu için duydum. Dışarıda, çocuklar arasında baloncuk makinesini kimin alacalıyla ilgili çıkan ve gittikçe kötüleşeceğine dair bir izlenim yanıtım kavgayı ayırmaya çalışıyordum. Yaşadığım sürece, eğer n kapı kapalı olsaydı ya da çocukların gürültüsünden telefon sesini duymasaydım ne olurdu diye merak edeceğim.
Mayısın sonlarına doğru, bulutlu bir Cumartesi günüydü ve Miat yeni üç olmuştu, dünyam yıkılmak üzereydi.
Bahçeden, ekranında yeni başlayan futbol maçını görebildiğim televizyonun bulunduğu oturma odasına koştum. Yak-liişık dördüncü çalışında, arayanın bir müşterinin teklifindeki kiiçük bir detayı tartışmak isteyen, yanık tenli patronum pislik Wesley -Bana Wes de- O’Shea olup olmadığını merak ederek telefonu açtım. Hafta sonları, özellikle de televizyonda futbol maçı varken bunu yapmayı severdi. Bu ona garip bir güç duygusu verirdi.
Saatime baktım. 3.01 ’i gösteriyordu.
“Merhaba?”
“Tom, benim Jack.” Nefes nefeseydi.
Bir an kafam karıştı. “Hangi Jack?”
“Jack... Jack Calley.”
Bu geçmişten bir sesti. Okuldaki en yakın arkadaşım. Dokuz yıl önce düğünümdeki sağdıcım. Ama aynı zamanda yaklaşık dört yıldır konuşmadığım biriydi. Ama garip bir şey var-
dı. Acı çekiyormuş ve kelimeleri söylemekte zorlanıyormuş gibiydi.
“Konuşmayalı çok uzun zaman oldu Jack. Nasılsın?”
“Bana yardım etmelisin.”
Koşuyor ya da çok hızlı yürüyormuş gibiydi. Arkada sesler vardı ama tam olarak ne olduğunu anlayamayadım. Kesinlikle dışarıdaydı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Bana yardım et. Etmek zorundasın...” Birden nefesi kesildi. “Oh Tanrım, hayır. Geliyorlar.”
“Kim geliyor?”
“Oh Yüce İsa!”
Bu son sözleri o kadar bağırarak söyledi ki bir anlığına telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. Televizyonda, hızla gole doğru giden bir futbolcu sebebiyle kalabalıktan bir uğultu yükseldi.
“Jack. Tanrı aşkına neler oluyor? Neredesin?”
Soluk soluğa, işkence görüyormuş gibi inleyerek, kesik kesik nefes alıyordu. Koştuğu belliydi.
“Neler oluyor? Söyle bana!”
Jack dehşet içinde çığlık attı ve bir itiş kakış duyduğumu düşündüm. “Lütfen! Hayır!” diye bağırdı ve sesi çatlak çıkmıştı. İtiş kakışma birkaç saniye sürdü ve sanırım telefondan uzaklaştı. Daha sonra yeniden konuşmaya başladı ama benimle değil. Başka biriyle. Sesi fısıltı gibiydi ama duymam için yeteri iydi.
Altı kelime söyledi. Kalbimi durduran ve hayatımı sarsan altı basit kelime.
Kelimeler adresimin ilk iki satırıydı.
Sonra Jack kısa, çaresiz bir çığlık attı ve telefondan uzak-laştırılıyormuş gibi geldi. Bunu nefes nefese gelen öksürükler takip etti ve hayatında çok ölüm görmemiş olan ben bile içgüdüsel olarak eski arkadaşımın öldüğünü anladım.
Ve sonra her şey korkutucu bir sessizliğe büründü.
Sesssizlik on saniye sürmüş olmalı ve ben orada oturma odamda, ağzı açık ne söyleyeceğini veya ne yapacağım bilemeyecek kadar şokta donmuş kalmışken, telefon sinyalinin kesildiğini fark ettim.
Adresimin ilk iki satırı. Dokuz yıldır karımla ve çocuklarımla sakin bir hayat yaşadığım yer. Kendimi güvende hissettiğim yer.
Bir an, sadece bir anlığına bu bir eşek şakası olmalı diye düşündüm, nasıl bir tepki verileceğini görmek için yapılmış zalim bir şaka. Ama dört uzun yıldır Jack Calley ile konuşmamı ştım ve onu en son yolda gördüğümde, çocuklar çok daha küçüklerdi, hatta Max daha bir bebekti, arabalarında bağırıp, kımıldanırlarken çok kısa beş dakikalık bir sohbetimiz olmuştu. Onunla adam akıllı, düzgün bir sohbet etmeyeli - kibar arkadaşların yapacığı türden - beş, altı hatta yedi yıl olmuştu. Çok uzun zaman önce yollarımız ayrılmıştı.
Hayır, bu ciddiydi. Korkuyu sesinize bu kadar gerçekçi yansıtmanız mümkün değildi. Doğaldır, içten gelir. Ve bu kesinlikle öyleydi. Jack çok korkmuştu ve iyi bir sebebi vardı. Eğer yanılmıyorsam ve yemin ederim ki yanılmıyordum, onun son nefeslerini duydum. Ve son sözleri adresimin ilk iki satırıydı.