Seni yarın seveceğim, bugün, henüz tanımıyorum. Oturduğum eski binanın merdivenini inerek başladım, biraz acelem vardı, itiraf ediyorum. Giriş katına vardığımda tırabzanı sıkan elime balmumunun kokusu sinmişti; kapıcı düzenli olarak her pazartesi ikinci katın sahanlığındaki dirseğe kadar, perşembeleri ise üst katlara doğru çıkarak tırabzanlara balmumu sürerdi. Evlerin cephelerini altın sarısına boyayan ışığa rağmen, sabah yağmurunun ıslattığı kaldırım hala menevişliydi. Böyle aheste aheste yürürken henüz her şeyden habersizdim, senin hakkında hiçbir şey bilmiyordum, sen ki, günün birinde bana, hayatın erkeklere sunduğu en güzel armağanı verecektin. Saint-Paul Sokağı'ndaki küçük kafeye girdim, cebim zamanla doluydu. Tezgahın başında üç kişiydik, o ilkbahar sabahı, zaman zengini olan sadece bizlerdik. Sonra, ellerini gabardin yağmurluğunun arkasında birleştirmiş olan babam girdi içeri, tamamen kendine özgü bir zarafetle beni görmemiş gibi yapıp dirseğini çinko tezgaha dayadı. Sert bir kahve sipariş etti, benden iyi kötü.-daha ziyade kötü- saklamaya çalıştığı gülümsemesini gördüm. Parmaklarının ucuyla masaya vurarak, bana kafenin "tenha" olduğunu ve yaklaşabileceğimi işaret etti. Ceketine sürtününce, gücünü, omuzlarına çöken hüznün ağırlığını hissettim. ''Hala kararlı mısın?" diye sordu bana. Kararlı değildim, hiçbir şeyden emin değildim, yine de başımı salladım.
Bunun üzerine, fincanını hafifçe itti. Fincan tabağının altında elli franklık bir banknot duruyordu. Önce reddettim, ama o dişlerini sıkıp, savaşacaksan karnın tok olmalı, diye homurdandı. Parayı aldım ve bakışından artık gitmem gerektiğini anladım. Kasketimi düzelttim, kafenin kapısını açıp sokağa çıktım.