Belki de İktidardaki Şeytan
1960’ların sonlarına doğru Sabahattin Ali’yi nihayet okuyabilmiştim. Ama bu okumaların geçmişe uzanan bir macerası vardı.
Daha Galatasaray Lisesi’nde ortaokul öğrencisiyken yakın dönem Türk edebiyatı yazarlarının eserlerini büyük bir tutkuyla okuyordum. Başlangıç talihliydi; çünkü halka kitap okumayı sevdirten yazarların romanlarıyla başlamıştım. Kerime Nadimi Esat Mahmut, Ethem İzzet Benice’yi Muazzez Tahsin Berkand takip etmişti.
Önce Reşat Nuri büyüledi beni. Çalıkuşu’nu, Dudaktan Kalbe’yi ve Akşam Güneşi’ni derin hayranlık duyarak okudum. Sonra Halide Edip ve Yakup Kadri. Uzayıp gider liste.
Okumak mutluluk verdikçe, hem dünya edebiyatının hem Türk edebiyatının yazarlarına kavuştukça ufkum genişliyordu. Romanın yanı sıra öykü; öyküden bir zaman sonra da şiir.
Bütün bu süreçte Sabahattin Ali adını nereden işitmişsem işitmiştim. Eserlerini bulmak olanaksızdı. Bana, Sabahattin Ali’nin tıpkı Nâzım Hikmet gibi memlekete zararlı bir insan olduğunu söylediler. Kimler söylemişti, tam çıkaramıyorum.
Yalnız, ‘memlekete zararlılığın’ boyutu kişiden kişiye değişmiş olmalı ki, Sabahattin Ali’yi bazan ‘vatan haini’, bazan ‘vatan haini bir komünist’ falan gibisinden damgalanışlarla tanımıştım.
Nâzım Hikmet konusunda zaten ürperti verici bir anım vardı. Ada, Her Yalnızlık Gibi’de yazdım: Galatasaray Lisesi’nin büyük konferans salonunda toplanılmış; Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuyan bir öğrenciyi ihbar ettiği için bir başka öğrenciye ödül verilmiş, artık uydurmuyorsam, madalya gibi bir şey takılmıştı...
Bu olay, sebebini bilmeksizin ve çözemeksizin, bende tuhaf bir iğrenti uyandırmıştı. Nâzım Hikmet’ten tek dize okumamıştım. Bununla birlikte, çok genç yaştaki bir insanın şiir okumak yüzünden okuldan atılmasını bir türlü anlayamıyordum. Kitapları yasaklanmış, artık basılmayan Sabahattin Ali’yi okumak da aynı belalara yol açabilirdi elbette. Gelgeldim merak her zaman öne geçer.
Annemin ailesi Kadıköylüydü. Sabahattin Ali yazları Moda’da bir yaz otelinde kalırmış, eşi ve kızıyla birlikte. Annem, eşinin çok güzel bir kadın olduğunu hatırlıyordu. Sabahattin Ali biraz mağrur, enikonu soğuk tavırlıymış.
Annem başka şeyler de hatırlıyordu. Korka korka, hep de hayal meyal hatırlanan bu şeyler arasında, aylarca sürmüş duruşmalar, Ankara’daki gençlik gösterileri, adı yine ürkülerek söylenen Atsız diye bir başka yazar, Marko Paşa diye bir gazete, hikâyesi meçhul bir ölüm sözkonusuydu.
Bildiklerini, hatırladıklarını benimle paylaşan annem, hele serüvenin sonunda ölümle yüz yüze gelindiğinde, 1984’ün bir roman kişisi gibi kaygılarla donanır, bunları unutmamı ister, bunları kimseye söylememek gerektiğini defalarca tembih ederdi.
Tam bu lise yıllarımda beklenmedik bir şey oldu, Varlık Yayınevi Sabahattin Ali’yle Sait Faik’in “Bütün Eserleri”ni yayımlamaya koyuldu.
“Bütün Eserleri” başlığı bile bizim kuşak için... en azından benim için yepyeni bir adlandırıştı. Her nedense, Fransız yazarlarının öylesi basımları olabileceğini düşünmüşüm... Edebiyatımızın iki usta yazarı da şimdi “Bütün Eserleri”yle okura sunuluyordu.
Artık Atatürk Erkek Lisesi’ndeydim. Gerçek bir edebiyatsever olan öğretmenimiz Bakiye Ramazanoğlu sınıfta “Mahalle Kahvesi” hikâyesini okudu. Birdenbire Sait Faik’e vuruldum. “Mahalle Kahvesi” o güne kadar okuduğum hikâyelerin çok dışındaydı.
Gerçi yenilikçi edebiyattan Oktay Akbal, Necati Cumalı, Sabahattin Kudret Aksal gibi değerli yazarlarımıza yabancı değildim. Ama “Mahalle Kahvesi”nde tam da özüne varamadığım derin ürpertiler gezinip duruyor, günler geçtiği halde hikâyenin etkisinden çıkamıyordum...