1897 Martı'nın o kurşuni sabahında riskleri ve tehlikeleri göze alarak –Ortaçağda üniversite merkezi olan ve Vicus Stramineus veya Fouarre Sokağı'nda bulunan Güzel Sanatlar Fakültesi'ne devam eden öğrencileri ağırlayan ama daha sonra Etienne Dolet gibi özgür düşünce havarilerinin idam edildiği– Maubert Meydanı'ndan ya da berduşların verdiği adla Maub'dan geçen biri kendini Paris'in Baron Hausmann'ın yerle yeksan etmesinden kurtarmış ender yerlerinden birinde; şehirle sınırı oluşturan çizgiden doğan ve pek yakındaki Sen Nehri'ne dökülmek için coşkuyla, hırıltıyla, kıvrıla kıvrıla akan Bièvre Nehri tarafından ikiye bölünmüş pis kokulu dar sokaklar yumağında bulurdu. Şimdilerde Saint-Germain Bulvarı'nın sıyırdığı Maubert Meydanı'ndan, Maître Albert, Saint-Séverin, Galande, Bûcherie, Saint Julien le Pauvre gibi daracık sokaklardan oluşan bir başka örümcek ağına girerse, ilk gece için bir frank, sonrakiler için kırk santim (çarşaf isteyenlerden yirmilik daha) isteyen genellikle açgözlülükleri efsane olmuş hancıların işlettiği pis hanların dizildiği Huchette Sokağı'na kadar uzanırdı.
Henüz Amboise Sokağı adını taşıyan ama sonradan Sauton Sokağı adını alacak olan yola girerse, yolun ortalarında, birahane görünümündeki genelev ile berbat şarap eşliğinde iki paralık (o zaman da ucuz sayılırdı ama pek uzak olmayan Sorbonne öğrencilerinin gücü buna yeterdi) yemekler veren bir meyhanenin arasında bir çıkmaz sokakla karşılaşırdı; o dönemde adı Maubert Çıkmazı olan sokağın adı 1865 yılından önce Amboise Çıkmazı idi ve daha da eski yıllarda burada bir tapis-franc (malum olduğu üzere bir sabıkalı tarafından işletilen, cezaevinden yeni çıkmış kürek mahkûmlarının doldurduğu, yeraltı dünyasının dilinde işretgâh diye bilinen sefil meyhaneler) bulunurdu; XVIII. yüzyılda ocaklarında damıttıkları ölümcül maddelerin yaydığı koku yüzünden boğularak ölen üç ünlü zehirleyicinin işliği burada olduğu için sokağın elim bir şöhreti vardı.
O daracık sokağın sonunda bir vitrin beliriyordu, kesinlikle dikkat çekmeyen ve soluk tabelasında Brocantage de Qualité yazan vitrin bir eskiciye aitti; camları örten kalın toz tabakasının matlaştırdığı vitrin, sergilenen ve içeride bulunan mallar hakkında pek az fikir veriyordu; zaten tahta çerçeveli vitrinin camları yirmişer santimlik karelerden oluşuyordu. Ziyaretçi bu vitrinin hemen yanı başında daima kapalı duran bir kapı görecekti; çıngırağın ipinin yanında dükkân sahibinin kısa bir süre için yerinde olmayacağını bildiren bir kâğıt asılıydı.
Ender olarak kapı açılırsa, içeriye giren kişi holü aydınlatan solgun ışıkta derme çatma raflar ve döküntü sehpalar üzerinde sergilenen, ilk başta iştah uyandıran ama daha keskin bir gözlemde bedavaya bile verilse onurlu bir alım-satıma asla uygun olmayan bir yığın mal görürdü. Söz gelişi sıradan bir şömineyi bile küçük düşürecek bir çift demir ızgara, mavi minesi soyulmuş sarkaçlı bir saat, bir zamanlar canlı renklerle işlenmiş olduğu tahmin edilen yastıklar, melek desenli seramik yüzeyi çatlamış yüksek saksılıklar, stili belirsiz dengesiz sehpalar, demiri paslanmış kart sepeti, pirografiyle desenlenmiş anlamsız kutular, Çin'e özgü resimlerle süslenmiş iğrenç sedef yelpazeler, amberi andıran bir kolye, bağcıkları İrlanda elmaslarıyla kaplanmış iki beyaz yün patik, ağzı kırılmış bir Napolyon büstü, çatlak cam altında ölü kelebekler, bir zamanlar saydam olduğu anlaşılan çan altında renkli mermer meyveler, hindistancevizleri, basit suluboya çiçek resimleri içeren eski albümler, çerçevelenmiş birkaç dagerotip (ki o yıllarda antika bir şey gibi görünmüyordu): Durumu bozulmuş ailelerden toplanmış bu eski püskü ve yüz kızartıcı artıklardan biri tarafından akla sığmaz biçimde baştan çıkan biri, kendini kuşkucu mu kuşkucu dükkân sahibi karşısında bulduğunda ve fiyat sorduğunda, antikacılık teratolojisi koleksiyonerlerinin en sapığının bile heyecanını kıracak bir meblağla karşı karşıya kalırdı.