Frankenstein'ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcısı, benden öykünün ortaya çıkışı hakkında bilgi vermemi rica etti. Ben buna dünden razıydım, çünkü bu sayede şahsıma sık sık yöneltilen bir sorunun cevabını verebilecektim: O sıralarda henüz bir genç kız olan ben, nasıl böylesine dehşet bir fikri düşünmüş, geliştirmiştim? Yazılarımda kendimi ön plana çıkarmaya gönülsüz olduğum bir gerçek, ama buradaki açıklamalarım yalnızca daha önceki bir yapıta ek olacağı ve yazarlığıma dair konularla sınırlı kalacağı için herhangi bir şahsi ihlalde bulunacağımı düşünmüyorum.
İki seçkin edebiyatçının kızı olarak hayatımın çok erken dönemlerinde yazmayı düşünmüş olmam sıra dışı bir durum değil. Çocukluğumda durmadan bir şeyler karalardım ve dinlenme saatlerimde en zevk aldığım uğraş 'hikâye yazmak'tı. Ancak bundan da büyük bir zevkim vardı ki o da düş kurmak, hayalî birtakım olayları zihnimde canlandırmaktı. Düşlerim yazılarımdan hem daha fantastik hem de daha güzeldi. Yazılarımda başkalarının yaptığı gibi kendi zihnimin ürünlerini ortaya koymak yerine taklit üstüne yoğunlaşırdım. Yazdıklarım her zaman benim dışımda en azından bir kişinin daha görmesi içindi: çocukluk arkadaşım ve dostum. Oysa hayallerim sadece bana aitti. Kimseye hesap vermek zorunda değildim. Canım sıkkınken sığınağım, özgür anlarımda ise en büyük keyfimdi onlar.
Çocukluğumun büyük kısmı taşrada geçti, İskoçya'da da bolca vakit geçirdim. Arada daha görkemli yerleri ziyaret ettiysem de alışageldiğim ikametgâhım Dundee yakınındaki Tay İrmağı’nın çıplak ve kasvetli kuzey kıyılarıydı. Şimdi dönüp baktığımda bana çıplak ve kasvetli görünüyorlar, ama o yaşlarda öyle görmezdim. Benim için bir özgürlük diyarı, düşlerimin yaratıklarıyla gönlümce sohbet edebileceğim keyifli yerlerdi o kıyılar. O zamanlar da yazılar yazardım ama çok basmakalıp şeylerdi bunlar. Gerçek kompozisyonlarımın doğduğu, hayal gücümün havalanıp uçtuğu yerler ise evimizin arazisindeki ağaçların altı ya da yakındaki çıplak dağların kasvetli yamaçlarıydı. Kendimi hiç öykülerimin kahramanı yapmazdım. Söz konusu ben olduğumda, hayat fazlasıyla olağan bir hadise gibi görünüyordu. Kaderimde romantik acılar ya da muhteşem olaylar olduğuna hiç ihtimal vermezdim, fakat kendi kişiliğimle de sınırlı değildim. O yaşta sahip olduğum duygulardan çok daha ilginç bulduğum varlıklarla doldururdum saatlerimi.
Bu dönemden sonra hayatım daha yoğunlaştı ve hayalin yerini gerçekler aldı. Ancak kocam ilk baştan beri ebeveynime layık olduğumu kanıtlamam ve adımı şöhret sayfalarına yazdırmam gerektiğine canıgönülden inanıyordu. Beni sürekli edebiyat alanında şöhret kazanmaya teşvik ediyordu ki şu an konuya tam bir kayıtsızlıkla yaklaşıyor olsam da o zamanlar bunu ben de önemsiyordum. Kocam o aralar dikkate değer bir şeyler üretme düşüncesiyle değil, gelecek vaat edip etmediğimi değerlendirebilmek için benden bir şeyler yazmamı istiyordu. Bense hiçbir şey yapmıyordum. Seyahat ve ailemle ilgili uğraşlar tüm vaktimi alıyordu. Üstüne eğildiğim tek edebî uğraş, onun engin kültürüyle ilintili konularda okumak ve fikir geliştirmekti.
1816 yılının yazında İsviçre'ye gittik ve Lord Byron’ın komşusu olduk. İlk başlarda keyifli vakitlerimizi gölde ya da kıyıda dolaşarak geçiriyorduk. O sıralar Childe Harold’ın üçüncü kıtasını yazmakta olan Lord Byron, aramızda düşüncelerini kâğıda döken tek kişiydi. Yazdıkça bizimle paylaştığı, şiirin ışığı ve ahengiyle bezeli düşünceleri, kudretini hep birlikte hissettiğimiz göğün ve yerin ilahı ihtişamına damgasını vuruyordu.
Ancak ıslak ve keyifsiz bir yaz geçiriyor ve ardı arkası kesilmeyen yağmur yüzünden günlerce eve kapanmak zorunda kalıyorduk. O ara elimize Almancadan Fransızcaya çevrilmiş birkaç hayalet öyküsü geçti. Aralarında History of Inconstant Lover (Hercai Âşığın Geçmişi) da vardı. Bahsi geçen âşık, evlendiği kadını kucakladığını sandığı bir anda kendisini, terk ettiği kadının soluk benizli hayaletinin kollarında buluyordu. Yine bu öykülerin arasında kaderi, yeniyetmeliğe ulaşan neslinin tüm oğlanlarına ölüm öpücüğü bahşetmek olan, günahkâr adamın hikâyesi vardı. Adamın Hamlet’teki hayalet misali, yüzünün alt kısmını açıkta bırakan miğfer dışında tamamen zırhlara bürünmüş heybetli, hayalî görüntüsüne ancak gece yansı, titrek ay ışığının altında, karanlık sokakta ağır ağır yürürken rastlanıyordu. Bu hayal, kale duvarlarının kıyısında gözden kayboluyor, ancak neden sonra aralanan kale kapısının gıcırtısı duyuluyordu. Ardından ayak sesleri ve açılan oda kapısının gıcırtısı işitiliyor, hayalet mışıl mışıl uyuyan çocukların yatağına doğru ilerliyordu. Eğilip çocukları alınlarından öperken yüzünde sonsuz bir keder beliriyor, öpülen çocuklar ise o andan itibaren dalından koparılan çiçekler gibi solup gidiyorlardı. Bu öykülere o zamandan beri hiç rastlamadım, ama her biri zihnimde dün okunmuşçasına taptaze yaşıyor.