Kolaycı eleştirmenlerin kötü bir alışkanlığı vardır: Ele aldıkları her yazarı belirli bir konuma oturtup belirli bir yönelimle tanımlamaya çalışır, bunu yaptıktan sonra her şeyi çözümlediklerini sanırlar: Flaubert’in gerçekçi, Mallarmé’nin simgeci, Proust’un izlenimci olduğunu söylemişlerse, yarı yarıya çözmüşlerdir sorunu, geri yanı kendiliğinden gelecektir. Ne var ki, özellikle büyük sanatçıları tek bir yönelimle açıklamak olsa olsa yanıltır bizi; çünkü büyük sanatçıların en belirgin özelliklerinden biri de böyle hazır kalıplara kolay kolay sığmamalarıdır. Balzac konusunda da böyle. Baudelaire’in herkesten önce saptadığı gibi, Balzac’ı, Balzac romanını belirli bir yazın anlayışının dar sınırları içine sığdırmaya, Balzac’ı ve Balzac romanını bu sınırlar içinde tanımlayıp yorumlamaya kalkanlar hep yanılmışlardır.
Bilindiği gibi, ister içerik, ister biçim söz konusu olsun, bir “Balzac romanı”ndan söz edilir sık sık, yalnızca Balzac’ın romanları değil, başka birçok yazarların romanları da bu kurmaca kalıba göre değerlendirilir. Oysa, çoğu kez, önce Balzac’ın kendi yapıtları ortaya çıkarır böyle bir kalıbın geçerliliğini. Örneğin, “Balzac romanı üçüncü tekil kişi ağzından anlatılır,” derler ama, biraz yakından bakınca, birinci tekil kişi ağzından aktarılan anlatılarının da az olmadığını, üçüncü tekil kişi ağzından aktarılır gibi görünenlerinin çoğu kez belirli bir “birinci tekil kişi” sakladığını, kimi anlatılarının aktarılmasını da birkaç anlatıcının birden yüklendiğini görürsünüz. “Balzac’ın anlatıları serüvenlerin geçtiği yerlerin, serüvene katılan kişilerin yüzlerinin ve giysilerinin uzun betimlemeleriyle başlar,” derler, kimi Balzac anlatıları da doğrular bu kesinlemeyi ama, başka birçok Balzac anlatısının bu kesinlemeyi yalanlayan bir kurgu sunduğu da tartışılmaz bir gerçektir. Bundan doğal bir şey de olamaz: Balzac belirli bir anlatı kalıbı oluşturup onda demirlemiş bir yazar değil, durmamacasına yeni anlatım biçimleri aramış, anlatı sanatının bütün olanaklarını denemiş bir yaratıcıdır. Sonraları, nice romancıların birer yenilik olarak sunacağı birçok biçimlerin en özgün örneklerini Balzac’ın yapıtlarında bulmak olanaklıdır.
İçerik konusunda da böyle: Balzac’ı yalnızca bir gerçekçi, bir “töre tarihçisi” diye tanımlamak en azından onu yanlış tanıtmak olur. Elimizdeki kitap; gerek biçim, gerek içerik açısından, “Balzac romanı” deyimiyle belirtilen kavrama çok uyar görünen Eugénie Grandet de yeterince doğrular bunu. Gerçekten de, “İnsanlık Komedyası”nın en çok okunan parçalarından biri olan ama Balzac’ın anlatılarına yeni bir boyut, aşkın bir bütünlük getiren “İnsanlık Komedyası” dizgesini tasarlamasından bir yıl önce, 1833’te yayımlanan bu roman, taşra yaşayışını, taşra insanlarını, özellikle de bunların ticaretle, parayla yakından ilgili olanlarını kusursuz bir gerçekçilikle anlatır. Ama, başlangıçta da belirttiğimiz gibi, Balzac’ın en belirgin özelliklerinden biri hiçbir zaman tek bir düzlemde kalmamasıdır: Taşrayı bütün dünyaya, XIX. yüzyılı bütün çağlara, ticareti ve parayı politikaya ve aktöreye bağlar Eugénie Grandet’de, bütün bu bağıntıları da insan tutkularının en hor görüleniyle, en yüceltileniyle; cimrilik ve aşkla iç içe geliştirir.
Gerçekten de, romanın önde gelen kahramanlarından Grandet Baba’nın “elindeki serveti alnının teriyle kazanmış” olduğunu ileri süren Fransız yazarı Félix Longaud’nun düşündüğünün tersine, Balzac “İnsanlık Komedyası”nın birçok parçalarında olduğu gibi burada da paranın toplum içindeki ilginç serüvenini anlatırken, bütün serüvenler gibi bu serüvenin de alabildiğine karmaşık, çok yönlü, çok boyutlu olduğunu, dolayısıyla bunca zenginliğin bir tek adamın elinde toplanabilmesinin alın teriyle açıklanamayacağını kanıtlar: Yeğeni Charles birkaç yıl içinde edindiği serveti nasıl insan ticaretine, gittiği uzak ülkelerdeki insanlık dışı koşulları kendi çıkarı yönünde kullanmasına borçluysa, Grandet Baba da Fransız Devrimi sonrasında, dönemin siyasal koşullarından ustaca yararlanıp satışa çıkarılmış kilise mallarını yok pahasına kapatarak, servetine servet katacak bir eş bularak, sonra da her türlü hileyi, her türlü aldatmacayı geçerli sayan bir ticari yöntem uygulayarak edinmiştir büyük servetini; dolayısıyla, dolambaçlı yolların sağladıkları yanında alın terinin payı denizde bir damladan öte bir şey değildir. Bu nedenle, aynı ölçüde güçlü ve evrensel görünmekle birlikte, Grandet Baba’nın cimriliği Molière’in ünlü Harpagon’unun cimriliğine pek benzemez: Temelini toplumsal, çevresel ve insansal koşullarda bulur, evrensel olduğu ölçüde olumsaldır.
Hiç kuşkusuz, böyle bir kesinleme karşısında, “İyi ama bu ortamda Eugénie Grandet’nin arı aşkının ve yüce gönüllüğünün yeri ne?” diye sorulabilir. Ama, biraz yakından bakılınca, romanın bu sorunun yanıtını da önceden verdiği görülür: Hem servetine hem eşine hem kızına tümüyle egemen olmak amacıyla kızını ve eşini dış dünyadan elden geldiğince soyutladığı için Eugénie’nin bomboş yüreğinde arı ve güçlü bir duygunun bu denli kök salabilmesine Grandet Baba’nın kendisi yol açmıştır bir bakıma; aynı ölçüde arı ve sevecen olan Charles olaylar içinde yoğrularak değişmiştir, Eugénie değişmemiştir. Geri yanına gelince, bunca cömertliğine karşın, Eugénie tıpkı babası gibi bir cimri yaşamı sürmekten kurtulamamış, bir bakıma kısırlıkta ondan da ileri gitmiştir. Bu gözlem bile, bir kez daha, Balzac’ta her şeyin ne denli karmaşık bir dokusu bulunduğunu ortaya koyar.
Ne olursa olsun, Eugénie Grandet, Balzac’ın ustalığını kanıtlayan önemli yapıtlarından biridir. Çünkü, daha ilk yayımlandığı günlerde bile, büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılandığı, bu ilgi ve hayranlığın hep sürdüğü, o kadar ki, hep “Eugénie Grandet yazarı” diye anılmanın Balzac’ı en sonunda sinirlendirmeye başladığı yeterince bilinir.