1950 sonrasının Doğu Avrupa romanını ilkin “sosyalist gerçekçi”
eserlerden tanımıştık. Formüllere göre yazılan bütün edebiyatlar gibi, belirli bir klişeleşme, standartlaşma, bir “ortalamalık”
vardı bu romanlarda. Anti-Nazi direniş, yeni toplumsal düzenin kuruluşu vb. ortak değer yargıları, ortak yaklaşım, ortak üslupla anlatılıyordu. Bu “gerçekçi”liğin, sözkonusu ülkelerdeki “gerçek”liğe pek uymadığı da seziliyordu.
Daha sonraları, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere, çeşitli “Doğu Bloku” ülkelerinin “sosyalist” olmayan edebiyatlarıyla da karşılaştık, tanıştık: Bazıları, Bulgakof gibi, sosyalist olmadıkları gibi “gerçekçi” de değildi. Bazıları, İvan Denisoviç
ve Kanser Koğuşu’nun Soljenitsin’i gibi, sosyalist değil, ama bir tür “anti-sosyalist naturalist”ti. Birçoğu, özellikle başlangıçta, kendi ülkelerinde -epey zorlukla da olsa- yayımlamışlardı
kitaplarını. Bu kitapların çok popüler olduğunu, kapışıldıgını ve kalmadığını, daha sonraki baskılara da pek hızlı geçilmediğini öğreniyorduk.
İlk gördüğümüz “sosyalist gerçekçi” romanlara göre, bunlar doğrusu daha ilginç gibiydiler. Ötekilerde sezdiğimiz o güdümlü ve gerçek dışı “gerçekçilik” bunlarda yoktu. En azından “muhalif’tiler ve güzel sanatlarda muhalefet her zaman daha köklü bir estetiğe imkan hazırlar. Gelgelelim, bu romanlar da bir tuhaftı sanki. Çoğunda, teknik düzeyde bir yenilik yoktu; veya olan yenilik, birçok üstün eserde gördüklerimizin oldukça silik ve yavan tekrarlarıydı. Özü anlaşılmadan, sindirilmeden yapılmış teknik kaprisler! İçeriklerine bakıldığında, birçoğunun, karşıtı oldukları formüllü edebiyat kadar şematik oldukları da görünüyordu. Şüphesiz, sosyolojik anlamda onlardan daha ilginçtiler. Ama ne estetik, ne de biraz derin bir içerik düzeyinde, onları aşmıyorlardı. Uygulanan sosyalizm ve bunun bireysel düzeydeki sonuçlarını eleştirmekti ortak paydaları. İç döküyor ve rahatlıyorlardı sanki.
Çıkış noktaları, genel ve ortalama, dolayısıyla soyut bir “insan”dı.
Sosyalist gerçekçiler gibi, muhaliflerin çoğu da sanatsal olarak “ortalamalığı” yenemediler.
Son yılların tanınmış Çek romancısı Milan Kundera, bu iki kategoriden de farklı görünüyor. Temalarını, konularını
oradan seçse de, bir “Doğu Avrupa” romancısına benzemiyor bir kere. Doğu Avrupa sorunlarını, bir “dünya” romancısı
olarak ele alıyor. Hayatın görünür yüzeyine dikkati bir hayli keskin, duyusal dokusuna duyarlığı da çok gelişmiş, ama bunların ötesinde bir bilgelik düzeyinden baktığına, gördüğüne, anladığına okuru inandırabiliyor. Sanatçı her zaman somut bir yaşantı dilimini anlatır, ama o somutlukla içiçe, bir soyut bilge kapısı aralar insana (“bilgi” değil, “bilgelik”). Çoğu Doğu Avrupa romancısında bulunmayan bu derinlik, Kundera’da var.
Çekoslovakya’nın kültürel birikimi bu bakımdan belki Kundera’ya yardımcı olmuştur. Doğu ve Batı bloklarının arasında, ikisini de çok iyi bilen, ikisinden de olamayan bir yazar.
Özellikle bu romanda kitsch üstüne yazdığı sayfalarda görüyoruz bu kavrayış genişliğini. Kültürler, kültürler içinde oluşmuş duygusallık görenekleri, aynı zamanda ikiyüzlülük görenekleri, bunların Doğu ve Batıdaki asimetrik oluşum biçimleri Kundera’nın en fazla hakim olduğu yaşantılar arasında.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okurken, bu kitapta
“yazarın sesi”ni (bu, Kundera’nın kendisi olmayabilir) tanıdığım yazarlar arasında en çok John Berger’in sesine benzettim.
Bu benzetmenin bir nedeni, iki yazarın da genelde tikel arasında bir ilintiyi keşfetme çabalarıydı belki. Yer yer bir denemeciyi andıran bir tavırla, hayatın bir noktası üstüne düşünceye dalmaları (ama düşünürkenki “dil”leri, yaşantının sıcaklığını hep koruyarak) ve ardından anlatılanlara dönerek o düşünceyi daha somut bir olayın içinde izlemeleri.
Görünüşte çok eski bir yöntemi, romanda anlatılanları anlamlandıran
“yazarın sesi” tekniğini (yeni romanda genellikle terk edilmiş bir teknik) canlandırıyorlar. Ama daha dikkatli bakınca, klasik romanda belki yalnız Tolstoy’un başardığı
tarzda bir kimlik veriyorlar “anlatıcının sesi”ne. Bu ses, bir bakıma, olayların içinde yeraldığı, elle tutulmayan ama varlığı zorunlu atmosfer gibi oluyor.
İkinci benzer nokta, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde ve Berger’in G. adını verdiği romanında kullandıkları
çağdaşlaştırılmış “Don Juan” teması. Ancak, bu evrensel temayı
ikisi de çok farklı biçimlerde işliyorlar. G.‘de on dokuzuncu yüzyılın büyük, sarsıcı tarihi olayları arasında duyusal kaderini izleyen gencin yaşantısında bir büyüklük, bir
“grandeur” var. Bürokratik Doğu Avrupa sosyalizminin bezgin atmosferi içinde yaşayan öteki modern Don Juan ise, mitolojide sineğin, Hera’nın kıskanarak bir inek haline getirdiği Io’yu durmadan önünde sürmesini andırır bir şekilde, bir kara yazgı gibi koşuyor kadınlarına.
Kundera bu çağın önemli bir yazarı olmaya aday. Daha doğrusu, şimdiden önemli, ama kalıcı olmaya da aday. Çok iyi bildiğimiz bir dünyanın özgül yaşantısını, bildiğimiz evrensel yazarların yeteneğiyle bize aktarabildiği için.