KitabYurdu » Kitab » Dünya Ədəbiyyatı » Victor Hugo – Notre-Dame’ın Kamburu


Şeçilmişlər Victor Hugo – Notre-Dame’ın Kamburu

ADI:
Notre-Dame’ın Kamburu
REYTİNQ:
  • +66
MÜƏLLİF:
DİL:
FORMAT:
ÇAP İLİ:
-
ÖLÇÜSÜ:
595 Kb
Bu basımın birkaç yeni bölüm eklenerek genişletileceği, bir yanılgı sonucu duyurulmuş.2 Aslında yeni değil, yayımlanmamış demek gerekiyordu. Gerçekten de, eğer yeni sözcüğüyle yeni yazılmış kastediliyorsa bu basıma eklenen bölümler yeni değildir. Eserin diğer bölümleriyle aynı zamanda yazılmış, aynı döneme ait ve aynı düşüncenin ürünüdür ve her zaman Notre-Dame’ın Kamburu’nun bir parçası olmuşlardır. Kaldı ki bu tür bir esere sonradan yeni ilaveler yapma fikri de zaten yazara pek makul gelmeyecekti, zira böyle bir şey keyfî olarak yapılamaz. Ona göre roman denen şey, bir bakıma bir tür zorunluluktan, bütün bölümleriyle birlikte doğar, bir dramın da bütün sahneleriyle birlikte doğması gibi; bu bütünü, dram veya roman adını verdiğiniz bu gizemli mikrokozmosu oluşturan parçaların sayısında herhangi bir keyfîlik olduğunu sanmayın. Bu türden eserler üzerinde aşı veya lehim pek iyi tutmaz; bunlar bir anda kaynağından fışkırmalı ve o anda nasılsalar öyle kalmalıdırlar. İş tamamlanınca artık gözden geçirmeyin, rötuş yapmayın. Kitap bir kez yayımlandı mı, eserin cinsiyeti –erkek veya değil– bir kez tanınıp ilan edildi mi, çocuk ilk çığlığını bastı mı, artık doğmuş demektir, orada karşınızdadır, şöyle veya böyle yapılmıştır; ama artık ana babasının bile bu konuda ellerinden bir şey gelmez; o artık havaya ve güneşe aittir, bırakın olduğu gibi yaşasın ya da ölsün. Kitabınız tatmin edici olmamış mı? Ne yapalım, olur böyle şeyler. Vaadini tutamamış bir kitaba yeni bölüm eklemeyin. Yarım mı kaldı? Doğururken tamamlamanız gerekirdi. Ağacınız eğri büğrü mü? Artık onu düzeltemezsiniz. Romanınız veremli mi? Yaşama şansı yok mu? Bu yolla kesilen soluğunu geri veremezsiniz. Dramınız topal mı doğdu? Beni dinleyin, tahta bacak takmayın.
   Demek ki, yazar, buraya eklenen bölümlerin özellikle bu yeni basım için yazılmış olmadığının okurlarca bilinmesine özel bir önem atfediyor. Bunların, kitabın daha önceki basımlarında yayımlanmamış olmasının ise pek basit bir nedeni var: Notre-Dame’ın Kamburu’nun ilk yayımlandığı dönemde, bu üç bölümü içeren dosya kaybolmuştu. Ya yeniden yazılacak ya da onlardan vazgeçilecekti. Yazar bu üç bölümün boyut itibariyle belli bir önem taşıyan yalnız ikisinin, romanın ve olayların özünü hiç etkilemeyen sanat ve tarih bölümleri olduğunu ve okurun bunların kaybolmasının farkına bile varmayacağını, bu eksikliğin sırrına sadece yazar olarak kendisinin vâkıf olacağını düşündü; ve onları gözden çıkarma yolunu seçti. Ayrıca, itiraf etmek gerek ki, tembelliği de kayıp üç başlığı yeniden yazma işi karşısında ürküp geri çekildi. Yeni bir roman yazmak ona daha kolay gelecekti...
   Bugün söz konusu bölümler bulunmuştur ve yazar ilk fırsattan yararlanarak onları yerlerine koyuyor.
   Böylece, eser şimdi bütünüyle karşınıza çıkmış oluyor: yazarın hayalini kurduğu gibi, yazdığı gibi; iyi veya kötü, kalıcı veya dayanıksız ama tam yazarın istediği gibi...
   Kuşkusuz bu yeni bulunan bölümler, Notre-Dame’ın Kamburu’nda sadece yaşanan dramı, sadece romanı arayan –aslında gayet akıllı– okurların gözünde pek değer taşımayacaktır. Fakat belki bu kitapta gizlenmiş estetik ve felsefe düşüncesini incelemeyi de yararsız bulmayan; Notre-Dame’ın Kamburu’nu okurken romanın altında başka şeyler de keşfetmekten ve bu haliyle şairin yaratısı üzerinden –kullandığım biraz iddialı deyimler bağışlansın– tarihçinin sistemini ve sanatçının amacını da izlemekten hoşlanan başka okurlar da vardır.
   Bu basıma ilave edilen bölümler Notre-Dame’ın Kamburu’nu özellikle işte bu açıdan bütünleyecektir, tabii Notre-Dame’ın Kamburu bütünlenme zahmetine değiyorsa...
   Yazar, bu başlıklardan birinde, mimarlığın bugün içinde bulunduğu çöküş hali ve bu kral sanatın ona göre önlenemez ölümü üstüne, ne yazık ki zihninde iyice kökleşmiş olan ve üzerinde ciddiyetle düşündüğü bir kanıyı dile getiriyor. Ancak, geleceğin bir gün kendisini haksız çıkarmasını şiddetle arzu ettiğini belirtmek ihtiyacını da hissediyor. Bütün biçimleriyle sanatın, atölyelerimize henüz çimlenme halindeki dehalarının sızdığını hissettiğimiz yeni kuşaklardan çok şey bekleyebileceğini biliyor. Tohum karığa düşmüştür, hasat mutlaka güzel olacaktır. Sadece özsuyunun, bu kadar yüzyıl boyunca sanatın en iyi tarlasını oluşturmuş bu kadim mimarlık toprağından çekilmiş olmasından korkuyor, ki nedeni bu basımın ikinci cildinde görülecektir.3
   Yine de bugünkü sanatçı gençlikte öylesine bir canlılık, bir yaratıcı güç, deyim yerindeyse bir tür önyazgı mevcut ki, şu anda, özellikle mimarlık okullarımızda, felaket kötü öğretmenler, yalnız farkında olmadan değil aynı zamanda kendilerine karşın, mükemmel öğrenciler yetiştiriyorlar; şu Horatius’un bahsettiği, amfora tasarlayıp tencere imal eden çömlekçinin aksine: Currit rota, urceus exit.4
   Ama her durumda, mimarlığın geleceği ne olursa olsun, genç mimarlarımız –bir gün– sanatlarının sorunlarını nasıl çözerlerse çözsünler, yeni anıtların gelişini beklerken eski anıtları da korumalıyız. Mümkünse tüm ulusa, ulusal mimarlık sevgisi aşılayalım. Bu fikir, yazar açıkça belirtir ki, bu kitabın başlıca amaçlarından biridir; bu, tüm hayatının da başlıca amaçlarındandır.
   Notre-Dame’ın Kamburu, Ortaçağ sanatı üstüne, şimdiye dek birçoklarının hiç tanımadığı, bazılarınınsa –daha beteri– yanlış tanıdığı o harika sanat üstüne, bazı gerçek perspektifler açmış olabilir. Fakat yazar, gönüllü olarak üstlendiği görevin bununla tamamlanmış olduğunu düşünmekten çok uzaktır. O birçok vesileyle eski mimarlığımızın davasını savundu, daha önce de birçok saygısızca müdahaleyi, yıkımları, birçok günahı yüksek sesle gündeme getirip kınadı. Bu konuya sık sık dönmeye söz verdi ve dönecektir. Okul ve akademilerimizdeki tasvir kırıcılarımız,5 tarihsel yapılarımıza saldırmakta ne denli azimliyseler, o da bunları savunmakta o denli yorulmaz olacaktır. Zira bugün Ortaçağ mimarlığının hangi ellere düştüğünü ve günümüzün alçı karıcılarının bu büyük sanatın kalıntılarına nasıl davrandığını görmek son derece üzücü bir deneyimdir. Hatta bunların yaptıklarını gördüğü halde yuhalamakla yetinen bizim gibi aklı başında insanlar için utanılacak bir şeydir. Üstelik burada sadece taşrada olup bitenlerden bahsedilmiyor, Paris’te, kapımızın önünde, pencerelerimizin altında, büyük şehirde, aydınlar şehrinde, basının, sözün, düşüncenin kentinde olanlardan bahsediliyor. Bu notu bitirirken her gün gözümüzün önünde, Paris’in sanatçılarının gözlerinin önünde, bu kadar cüretten kafası karışan eleştiri âleminin gözünün içine baka baka tasarlanan, tartışılan, başlanan, sürdürülen ve sessizce tamamlanıveren bu vandalizm vakalarından birkaçına değinmeden geçemiyoruz. Kısa bir zaman önce başpiskoposluk binası yıkıldı; tamam, yüksek beğeni eseri bir yapı değildi, uğranılan zarar büyük değil; ancak, gelin görün ki, onunla birlikte piskoposluk da yıkıldı; oysa orası on dördüncü yüzyıldan kalma nadir bir parçaydı. Yıkıcı mimar diğer bölüm Notre-Dame’ın Kamburu, Ortaçağ sanatı üstüne, şimdiye dek birçoklarının hiç tanımadığı, bazılarınınsa –daha beteri– yanlış tanıdığı o harika sanat üstüne, bazı gerçek perspektifler açmış olabilir. Fakat yazar, gönüllü olarak üstlendiği görevin bununla tamamlanmış olduğunu düşünmekten çok uzaktır. O birçok vesileyle eski mimarlığımızın davasını savundu, daha önce de birçok saygısızca müdahaleyi, yıkımları, birçok günahı yüksek sesle gündeme getirip kınadı. Bu konuya sık sık dönmeye söz verdi ve dönecektir. Okul ve akademilerimizdeki tasvir kırıcılarımız,5 tarihsel yapılarımıza saldırmakta ne denli azimliyseler, o da bunları savunmakta o denli yorulmaz olacaktır. Zira bugün Ortaçağ mimarlığının hangi ellere düştüğünü ve günümüzün alçı karıcılarının bu büyük sanatın kalıntılarına nasıl davrandığını görmek son derece üzücü bir deneyimdir. Hatta bunların yaptıklarını gördüğü halde yuhalamakla yetinen bizim gibi aklı başında insanlar için utanılacak bir şeydir. Üstelik burada sadece taşrada olup bitenlerden bahsedilmiyor, Paris’te, kapımızın önünde, pencerelerimizin altında, büyük şehirde, aydınlar şehrinde, basının, sözün, düşüncenin kentinde olanlardan bahsediliyor. Bu notu bitirirken her gün gözümüzün önünde, Paris’in sanatçılarının gözlerinin önünde, bu kadar cüretten kafası karışan eleştiri âleminin gözünün içine baka baka tasarlanan, tartışılan, başlanan, sürdürülen ve sessizce tamamlanıveren bu vandalizm vakalarından birkaçına değinmeden geçemiyoruz. Kısa bir zaman önce başpiskoposluk binası yıkıldı; tamam, yüksek beğeni eseri bir yapı değildi, uğranılan zarar büyük değil; ancak, gelin görün ki, onunla birlikte piskoposluk da yıkıldı; oysa orası on dördüncü yüzyıldan kalma nadir bir parçaydı. Yıkıcı mimar diğer bölümlerden ayırt edememiş, karamukla birlikte başağı da koparmış; ona göre ikisi aynı şey nasıl olsa. Taşlarıyla bilmem hangi istihkâmı inşa etmek üzere Vincennes’deki o güzelim şapelin yıkılmasından söz ediliyor, oysa Daumesnil’in bile buna ihtiyacı olmamıştı. Bir yandan Bourbon Sarayı –şu koca çirkin heyula– büyük masraflarla onarılıp restore edilirken öbür yandan Sainte-Chapelle’in harika vitrayları, kırbaç gibi döven mevsim rüzgârlarının etkisiyle kırılıp parçalanmaya bırakılıyor. Birkaç günden beri Saint-Jacques-de-la-Boucherie Kulesi’nin çevresinde de iskeleler görülüyor, bir sabah kazma oraya da inecektir mutlaka. Adalet Sarayı’nın o muhterem kulelerinin arasına küçük beyaz bir ev inşa edecek bir duvarcı bile bulunmuş; üç çan kuleli derebeylik manastırı Saint-Germain-des-Prés’yi hadım edecek birinin de bulunduğu gibi. Hiç kuşkunuz olmasın, bu gidişle Saint-Germain-l’Auxerrois’yı devirecek biri de bulunacaktır. Bütün bu duvarcı ustaları, mimar olduklarını iddia ediyor, valilikten götürü veya parça başına para alıyorlar ve yeşil üniformaları (Académie Française üyelikleri) var. Sahte zevkin, gerçek zevke yapabileceği tüm kötülüğü yapıyorlar. Bu satırları yazdığımız sırada –Acınacak bir durum!– bunlardan biri Tuileries’yi eline almış, bir başkası Philibert Delorme’un suratının ortasına çekicini vuruyor; bu beyefendinin o sakil ve hantal mimarlığının, bu derece küstahlık ve utanmazlıkla Rönesans’ın en zarif bina cephelerinden birinin üzerine böyle çöreklenişini görmek de zamanımızın en önemsiz rezaletlerinden biri olmasa gerek!