Sevgili okuyucu,
Hepimiz birer seyirciyiz. Tren yolcuları dünyanın her yerinde aynıdır: Her sabah ve her akşam o trene biner, gazete okur ya da müzik dinleriz, aynı sokaklara aylakça bakarız ve ara sıra bir yabancının hayatından kesitler yakalar, daha iyi görebilmek için kafamızı uzatırız.
Başkalarının hayatını izlemenin karşı konulmaz bir yanı vardır: Sinir bozucu derecede anlık ama bir o kadar da açık seçiktir. İneceğiniz duraktan önceki apartmanın çatı katında yaşayan insanlarla hiç karşılaşmamışsmızdır. Onları ta- nımıyorsunuzdur ve neye benzediklerine dair en ufak bir fikriniz yoktur ama oğullarının idolünün Ronaldo olduğunu, genç kızlarının One Direction yerine Arctic Monkeys dinlediğini, modern İskandinav mobilyalarına ve dışavurumcu sanata karşı zaafları olduğunu bilirsiniz.
Bu insanları biliyorsunuzdur. Bu insanları seviyorsunuz- dur. Onların da sizi seveceğinden çok eminsinizdir. Dost olabilirsiniz.
Yalnızlık ve soyutlanma, şehir hayatının olduğu kadar günlük yolculukların da bir parçası olabiliyor. Trendeki Kız’m kahramanı Rachel’ın durumu da, hiç şüphesiz, aynısı. Rachel’m hayatı aniden rayından çıkmıştır; şaşırtıcı bir hızla mutluluktan mutsuzluğa geçiş yapar. Eski hayatının yerinde oluşan boşluğu çaresizce doldurmaya çalışırken her gün trenden gördüğü bir çiftle arasında bağ kurar. Bu yabancılar ona öylesine bildik gelmeye başlar ki, onları tam yormuş, onları anlıyormuş gibi hissetmeye başlar; onların etrafında bir hikâye oluşturur, zihninde onlarla arkadaş olur.