Biz kendimizi bilmiyoruz, biz bilenler, biz kendimiz, kendimizi bilmiyoruz: iyi bir nedeni var bunun. Hiç aramadık kendimizi - nasıl olacak da bulacağız kendimizi günün birinde? Haklıydılar “hazineniz neredeyse, yüreğiniz de oradadır” demekle; bizim hazinemiz bilgimizin arı kovanlarının durduğu yerdedir. Oraya doğru yol alıyoruz hep, doğuştan kanatlı hayvanlar ve tinin balözü toplayan arıları olarak; yürekten önemsediğimiz tek bir şey var aslında - “yuvaya bir şey getirmek”. Yaşamın diğer yanına, “yaşantı” denen yanına gelince - onun için hangimizin, en azından yetecek kadar ciddiyeti var? Ya da yeterli zamanı? Korkarım hiç tam anlamıyla “vermedik kendimizi” böyle şeylere: yüreğimiz orada değil, hatta kulağımız bile değil! Daha çok, kendi içine gömülmüş ve ilahi dalgınlıkta birinin, tüm gücüyle öğlenin on ikisini vuran çanın kulaklarında çınlayan sesiyle bir anda ayılıp, “Bu çalan da neydi?” diye sorması gibi, bazen biz de sonradankulaklarımızı ovuşturup, hepten şaşkın, hepten mahcup soruyoruz, “Neydi yaşadığımız?”, dahası “kimiz biz aslında?” diye; ve dediğim gibi sonradan sayıyoruz yaşantımızın, yaşamımızın, varoluşumuzun çınlayan on iki çan sesini - ah! yanlış da sayıyoruz üstelik... Zorunlu olarak yabancı kalıyoruz kendimize, anlamıyoruz kendimizi, yanılmak zorundayız kendimiz hakkında, “Kişi kendine en uzak olandır.” sözü geçerli bizler için sonsuza dek - kendimizi bilmeye gelince, “bilenler” değiliz biz...
- Ahlaksal önyargılarımızın kökeni üzerine düşüncelerim –ki bu polemiğin konusunu bunlar oluşturuyor– ilk, tek tük ve oturmamış ifadelerini, bir gezginin mola vermesi gibi durup, zihnimin o ana kadar kat etmiş olduğu geniş ve tehlikeli topraklara bakma fırsatı bulduğum bir kış vakti, Sorrento’da yazılmaya başlanmış olan İnsanca, Pek İnsanca. Özgür Tinler İçin Bir Kitap adlı aforizma koleksiyonunda buldu. 1876-77 kışıydı; düşüncelerin kendileri ise daha eskiye dayanıyor. Buradaki incelemelerde yeniden ele aldığım düşünceler temelde o düşüncelerin aynıları –umalım ki, aradan geçen uzun zaman onlara yaramış olsun, daha olgunlaşmış, berraklaşmış, güçlenmiş, yetkinleşmiş olsunlar! Ne var ki, bugün bile onlara sıkı sıkıya bağlı olmam, geçen zaman içinde birbirlerine gitgide daha sıkı bir biçimde tutunmuş, hatta birbirlerine dolanmış ve iç içe geçmiş olmaları, başından beri içimde ayrı ayrı, gelişigüzel ve tek tük değil de ortak bir kökten, derinlerde hüküm süren, gittikçe daha kesin konuşan ve daha kesin şeyler isteyen bilginin temel istencinden kaynaklandıklarına ilişkin duyduğum mutlu güveni güçlendiriyor. Bir filozofa da yalnızca böylesi yakışır zaten. Herhangi bir konuda tek başına olma hakkımız yoktur bizim: ne tek başımıza yanılabiliriz, ne de tek başımıza hakikati bulabiliriz. Daha çok, bir ağacın meyve vermesine benzer bir zorunlulukla gelişir içimizde düşüncelerimiz, değerlerimiz, evet’lerimiz ve hayır’larımız, eğer’lerimiz ve acaba'larımız –hepsi de birbirleriyle akraba, birbirleriyle ilintilidir ve bir istencin, bir sağlığın, bir toprağın, bir güneşin ürünleridir. –Sizlerin hoşuna gider mi acaba bizim bu meyvelerimizin tadı?– Ama ağaçlara ne bundan! Bize, biz filozoflara ne!..