Kaza anını hatırlamıyor.
Beyni, kocaman bir pıhtıdan ibaret sanki. Yaşamlarının üzerine aniden iniveren giyotinin, geçmişe ve geleceğe ilişkin her şeylerini acımasızca paramparça ederken ortaya saçtığı kanlardan oluşmuş ağdalı, koyu, yapışkan, kapkara bir pıhtı...
Kazayı çağrıştıran tek bir kare var belleğinde. Arabaları, karşı yönden gelirken birdenbire şerit değiştiren kamyonun altına girmeden önce, tüm bedenini şefkatle sarıp sarmalayan, bildik, ama bu kez onu koruyup kollayamamanın çaresizliğiyle acılı, sessizce özür dileyen bakışlar...
Ve onun dudaklarından dökülen son sözcükler:
“Sıkı tutun Nehir!...”
Önce trafik ekipleri geliyor kaza yerine. Ardından ambulanslar. Yarım saat öncesine kadar dingin bir şehirlerarası yol kimliğini sürdüren Kuşadası-İzmir yolunun Seferihisar kavşağı, bir anda ana baba gününe dönüveriyor.
Kasası sebze meyve yüklü kamyonun sol yanına ok misali saplanmış kırmızı, son model spor araba tanınmayacak halde. İçindeki genç kadınla erkeği güçlükle dışarıya çıkarıyorlar.
Boyunluklar takılıyor. Üzerlerine uzatıldıkları sedyelerle beraber, iki ayrı ambulansa alınıyorlar.
“Bilinç kapalı. Nabız zayıf...”
“Tansiyon düşüyor. Hasta şokta...”
“Ameliyathane hazırlansın. Birkaç dakikaya kadar oradayız. İki ağır hastamız var...”
Bütün bunlar yaşanırken, kamyon şoförü zıpkın gibi ayakta. Olayla zerrece ilgisi olmayan bir yabancı gibi kayıtsızca izliyor gelişmeleri.
“İki gündür uyumamıştım abi,” diye ifade veriyor trafik polisine. “İçim geçmiş.”
Ulusal haber ajansının acar muhabiri ise, ertesi günün gazetelerinde yer alacak haberin çatısını çoktan kurmuş... Kamyonun altında akordeona dönmüş arabanın yakın plan fotoğrafını da ekledi mi, işi tamamdır.
“Bu arabadan sağ çıktılar!” diye çakacak başlığı. Yaralıların yaşayacağı şüpheli ama, haberi geçtiği anda sağlar ya, gerisi ilgilendirmez onu.
Ancak, ajans muhabirinin bilmediği bir ayrıntı var. Altına imzasını atacağı yazıyı, duyula duyula kanıksanmış türden kaza haberleri arasından çıkarıp duygusal yönü ağır basan, masalsı bir kimliğe kavuşturabilecek özel bir ayrıntı...
“Kazada ağır yaralanan genç çift, balayı seyahatinden dönüyorlardı.”
Bu başlığı atsaydı; vereceği açılımı geniş, sündürülmeye son derece açık haber, üçüncü sayfadan ilk sayfaya, hatta manşetlere bile taşınabilirdi...
O genç çift, başlarına geleceği önceden kestirebilselerdi, gene aynı kiraz kırmızısı arabayı seçerler miydi, orası meçhul.
İki ay olmuştu evleneli... İş yoğunluğundan, balayı yapmaya fırsat bulamamışlardı. Antalya’daki, Nehir’in katılması gereken seminer olmasa, hiç bulamayacaklardı belki de.
“Hem iş, hem tatil,” demişti çiçeği burnunda kocası. “Seminerin ardından, neden gönlümüzce bir balayı yaşamayalım ki?”
Antalya Havaalanı’na iner inmez, ilk işleri araba kiralamak olmuştu. Model ve renk önemli değildi, ayaklarını yerden kessin, yeterdi. Ama Nehir, alev alev yanan kıpkırmızı spor arabayı görür görmez vurulmuştu.
Arabanın ön koltuğuna, kocasının yanına kurulurken, “Şeytan yalnızca sunar, insan isterse seçer!” diyen Oscar Wilde’ı haklı çıkaracak bir davranışın içinde olduğunun farkında bile değildi...