Başına gelecekleri bilse, katiyen çıkmazdı o yolculuğa Sabahattin Ali.
Kimi zamanlar olduğu gibi çalar saati susturur, yorganı kafasına çeker, sabahın keyfini çıkarırdı.
Tersini yaptı. Yataktan aceleyle fırladı, pijamalarını katlayıp büyük ölçüde hazır duran çantasına yerleştirdi. Giyindi.
Bir koşu banyoya gidip elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, yaştan değil ama dertten ağarmış saçlarını büyük bir titizlikle taradı, altın çerçeveli gözlüklerini taktı.
Yeniden odasına döndü, akşamdan hazır ettiği iki zarfı ve çan-tasını alıp salona çıktı.
Rasih kahvaltıyı hazırlamış, onu bekliyordu. Demli bir çay koydu ağabeyi gibi sevdiği Sabahattin’e. Sonra karşısına geçip oturdu.
Oturur oturmaz da masanın üzerinde duran, bir bez parçasına sarılı emaneti uzattı.
“Denedim ve bakımını yaptım. Güvenebilirsin.”
Tuhaf bir gülümseme belirdi Sabahattin Ali’nin yüzünde.
Sorulsa, “Ne işim olur benim tabancayla?” diye yorumlardı bu gülümsemeyi Rasih.
Ünlü yazar silahı önüne çekti, oturduğu sandalyeye dayalı duran çantayı kucağına aldı.
Önce, çantanın üzerinde duran iki zarfı masanın üzerine koydu. Sonra, masanın üzerinde duran, beze sarılmış tabancayı eline aldı.
Eski güzel günlere gitti.
Mavi yolculuk günlerinde edinmiş olduğu ve şu anda elinde olan tabancanın öyküsü de dahil, dünya kadar fotoğraf karesi zihninde dans etti.
Geçmişte şahane bir hayat yaşamamıştı kuşkusuz ama dibe bu kadar vurduğu da hiç olmamıştı.
Kelimenin tam anlamıyla, her şeyi berbat etmişti Sabahattin.
Beyni geçmişe dair süratle çalışadursun, başını kaldırıp Rasih’in yüzüne baktı. Sağ elinin işaretparmağını az önce masanın üzerine koymuş olduğu zarflara dokundurarak, ölgün bir ses tonuyla konuştu.
“Dün gece dediğim gibi, birini Aliye’ye ulaştıracaksın, öteki' ni de Mehmet Ali’nin kapısının altından atacaksın. Üzerlerinde hangisinin kime olduğu yazılı.”
Rasih başını salladı. Yüzü, özellikle zor zamanlarda takındığı ve Sabahattin’in çok hoşuna giden o bildik güvenilir ifadeyle aydınlandı.