Bazen düşünüyorum da galiba türümün son örneğiyim.
Adım Ira Levinson. Hem Güneyli hem Yahudi’yim, yerine göre ikisi olarak da anılmak bana aynı ölçüde gurur verir. Ayrıca yaşlı bir adamım. 1920’de, alkolün yasaklandığı ve kadınlara seçme hakkının verildiği sene doğmuşum. Hayatımın bu şekilde ilerlemesinin ardında bunun olup olmadığı pek çok kez aklıma takılmıştır. Sonuçta hiçbir zaman ayyaş olmadım ve evlendiğim kadın oy verme yaşma basar basmaz Roosevelt için kuyruğa girdi... Bunların bir şekilde doğum tarihimin sonucu olduğunu hayal etmek pek zor değil.
Babam hayatta olsaydı bu yaklaşımdan hoşlanmazdı. Kurallara inanan bir adamdı. “Ira,” derdi onun yanında tuhafiyede çalıştığım gençlik günlerimde, “sana asla yapmaman gereken bir şey söyleyeyim mi?” Ve ardından söylerdi. Bunlara “Yaşam Kuralları” diyordu. Çocukluğum, babamın türlü konulardaki kurallarını dinlemekle geçti. Bana anlattıklarının bazıları Talmud öğretilerinden yola çıkan, özünde ahlaki şeylerdi. Muhtemelen diğer pek çok anne babanın da çocuklarına tembihlediği türden şeyler. Asla yalan söyleme, hile yapma, çalma... Fakat babam -o zamanlar dediği gibi kısmen Yahudi olan babam- daha pratik konularda da öğütler verirdi. “Yağmurlu havalarda asla şapkasız dışarı çıkma,” derdi bana. “Asla ocağa dokunma, bir ihtimal sıcak olabilir.” Dışarıdayken asla cüzdanımdaki parayı saymamam veya pazarlık ne kadar iyi görünürse görünsün sokakta satış yapan bir adamdan asla mücevher satın almamam gerektiğine dair uyarılmıştım. Asla yapmamam gerekenler listesi böyle uzayıp gidiyordu ama ne kadar rastgele görünürlerse görünsünler, kendimi hemen hemen hepsine uyarken buluyordum. Belki de bunun nedeni, babamı asla hayal kırıklığına uğratmamak istememdi. Bugün bile sesi, şu hayat dediğimiz en uzun yolculukta nereye gitsem beni izler.