Colombia kıyılarındaki küçük Neguâ kasabasında, gökyüzüne tırmanabilen bir adam vardı. Yere döndüğünde gezisini betimler, insan yaşamının yukarıdan nasıl göründüğünü anlatırdı. İnsanlığın minik alevlerden oluşmuş bir deniz olduğunu söylerdi.
“Dünya, bir insanlar yığını, bir minik alevler denizidir,” derdi.
Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır; küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgârda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla yalazlanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız.
İspanya Savaşı biteli daha birkaç yıl olmuştu; cumhuriyetin yıkıntıları üstünde haç ve kılıçın egemenliği sürüyordu. Yenilmişlerden biri, hapisten yeni çıkmış bir anarşist işçi, iş aramaktaydı. Çalmadık kapı bırakmıyordu, ama boşuna. Hiç kimse bir Kızıl’a iş vermiyordu.
Herkes ters ters bakıp omuz silkerek işçiye sırt çeviriyordu. Ona fırsat tanımaya, kulak asmaya yanaşan kimse yoktu. Elinde kalan tek dostu, şaraptı. Adamcağız geceleyin, sofradaki boş tabakların karşısında pazar ayinini hiç kaçırmayan sofu karısının sitemlerine sessizce katlanırken küçük yaştaki oğlu da karşısına geçip Kutsal Kitap’tan bölümler okuyordu.
Bu öyküyü bana yıllar sonra, bahtsız işçinin oğlu Josep Verdura anlattı. Sürgün olarak geldiğim Barcelona’ da anlattı bunları bana. Çocukluğunda babasını sonsuza dek lanetlenmekten kurtarmayı deli gibi istermiş, ama her zaman Tanrıtanımaz ve inatçı olan baba burnunun dikine gidermiş.
“Ama babacığım,” dermiş Josep ağlayarak, “Tanrı yoksa dünyayı kim yarattı?”
Babası, bir sır verecekmiş gibi başını eğerek, “Dangalak,” dermiş ona, “biz yarattık dünyayı, biz, tuğla işçileri.”