KitabYurdu » Kitab » Roman » Önder Şuşoğlu & Emrullah Erdinç - Etiler Koğuşu


Şeçilmişlər Önder Şuşoğlu & Emrullah Erdinç - Etiler Koğuşu

ADI:
Etiler Koğuşu
REYTİNQ:
  • +9
JANR:
DİL:
FORMAT:
ÇAP İLİ:
2007
ÖLÇÜSÜ:
247 Kb
İki meslektaşımdan gelen “önsöz yazma” teklifi aslında beni onurlandıran bir öneriydi. Zira aynı televizyon kanalında birlikte çalışma olanağı da bulduğum bu arkadaşlarımın özverili, titiz ve haberci özelliklerini bizzat tanıma olanağı bulmuştum. Gazetecilik mesleğinin en meşakkatli sektörlerinden polis muhabirliğinin bu iki usta ismi şimdi benim yabancısı olduğum bir alanda kalem oynatmamı istiyordu.
 
1984 yılında gazetecilik mesleğine başladığımda beni de polis muhabirliğinde sınamışlar, Sirkeci’de Sansaryan Han’da uğradığım mesleki bozgun sonrası yeniden istihbarat servisine dönmeme izin vererek, ikinci bir şans tanımışlardı. Bozguna uğramıştım, zira polis muhabirliğinin haber kaynaklarıyla kurulacak ilişkiler ve habere konu olan insanların yaşadıklarına karşı korumaları gereken soğukkanlı mesafeyi kuramamıştım. Dolayısıyla iyi bir çaylak bile olamadan polis muhabirliği maceram sona ermişti.
Şimdi, iki meslektaşımın kitabını siz okurlardan önce okuma şansım oldu.
 
Ve okudukça, pırıltılı neon ışıklarının aydınlattığı, biz gazetecilerin kamera ve objektiflerinin tanıttığı bir dünyanın ışıltısının bir gözetim odasında nasıl tel tel döküldüğünü gözledim. Televole dünyası diye tabir edilen “kültürün” temsilcileri gerek yaşam tarzları, gerek ilişkileri, gerekse o nobranlıklarıyla ülke gençliğinin rol modeli oldular. Onları bu noktaya getiren hiç kuşkusuz biz gazetecilerdik. Birkaç yüz kişinin gündelik yaşamı, gecelere hükmeden karizmaları, zenginlikleri, sonradan görmüşlükleri, laçkalaşan ilişkileri bütün ülkenin gözleri önünde süregelen bir dünyayı anlatıyordu. Aslında yıllardır “Türkiye onları gözetliyordu.” Gözetlenenler bu ilgiden hoşnut, pervasız bir yaşamla kendilerini, vücutlarını, hatta sırlarını ifşa ediyor, izleyiciler/okurlar vakıf olduklarından hoşnut, imrenerek bu yaşamları didikliyordu.
 
Daha da garibi, muhafazakâr bir toplum, ailesinin yaşamayacağı, yaşayamayacağı bir hayatı hevesle izlemekten kendini alamıyordu. O sahte kahramanlar ise, ne kadar vücudunu açarsa, ne kadar sır ifşa ederse ve ne kadar skandal yaşarsa fiyatını o kadar artırıyor, âdeta kendi pisliğinden yemleniyordu.
Bu dünyanın insanları için lösemili çocuklar vitrin oluşturuyordu. Önceden kameralar çağrılıyor ve “sanatçının”, “mankenin” vs. ne kadar “hamiyetli” olduğu görüntüleniyordu. “Kimsesiz çocuklar yararına” yapılan defileler o çocuklardan çok, mankenler arasındaki atışmalarla anılıyor, şarkıcı ya da türkücüler en çok, bedavaya gelen polis gecelerinde boy gösteriyordu. Yani hem iyi kalpli hem lümpen hem de ülkeyi hayretlere gark eden insanlardı. Kimi çocuğunu, kimi geçmişini, kimi cinsel tercihini, kimi de güdük bilgi dünyasını gizliyordu. Gizlemek kural, ortaya çıkarmak haberdi. Ortaya çıkan şey, gizleyeni daha da zengin ve şöhretli kılıyordu. Toplumun vetoları bu dünyaya işlemiyor, gazeteciler de altın yumurtlayan tavuklara dokunmuyordu. 1960/70’lerin Türkiyesi’nde öpüşmeyen, yaşamını basına kapatan, tevazuu içselleştiren, gece yaşamından uzak duran sanatçıların yerini işte böylesi yeni rol modelleri almış; gençlik de giyiminden saç şekline, geleceğe dönük düşlerinden aile/sevgili ilişkilerine kadar hemen her alanda bu yeni rol modellerini örnek almaya başlamıştı. Erkekler ya kel kafalı ya da yağız olmalıydı. Maçoluk geçer akçeydi. Kızların saçları manken ablaları, göbekleri modacı guruları gibi olmalıydı. İşte böylesi bir dünyaya, Yıldız Tilbe diye bir genç sanatçı geldi. Nasıl yaşıyorsa öyle düşünüyor, nasıl düşünüyorsa öyle konuşuyordu. Aslında televole dünyasının aynı zamanda fırsatlar ülkesi olduğunun da veciz bir örneği olarak allanıp pullanıyordu. Yıldız Tilbe ise hissettiği gibi davranıyordu. Bu bir tercih değil, doğallıktı. Televole dünyası ve onun ana kraliçelerinin himayelerinde “önlenebilir yükselişi” başlamıştı. Kural, bu dünyanın kral ve kraliçelerine biat etmekti. Hata yapanın canı yanardı. Daha da önemlisi, her kim olursa olsun, geçmişi/aslı unutulurdu. Yani, asıl unutması gereken, şöhret adayının kendisiydi. Tilbe bu geçmişi unutmadı. Tehlikeli sulardaydı. Bir yandan “gecelerin kadını” olmuş ve bunun gereğini yapıyor, öte yandan “ben aslında Doğuluyum” türünden konuşuyordu.
Bu şizofrenik kimlik parçalanmasına son veren gelişmeyi, işte ilk kez bu kitapta okuyacaksınız. Bir miladı ilk kez anlayacaksınız. Gazetecilerin o pırıltılı dünyayı minik bir iddia uğruna nasıl toz duman ettiğini ve ardından yaşananları gözleyeceksiniz. Yıldız Tilbe ile başlayan ve narkotik polisin ısrarlı fikri takibi ile süren bir soruşturmanın kahramanlarını tanıyacaksınız. Bu kahramanların ilk kez farklı bir objektife verdikleri o hiç unutulmayacak pozlarını göreceksiniz. Bütün bu şöhretleri kapsayan soruşturma dosyasının kapağında “uyuşturucu” yazıyor. Bu sahte dünyanın kahramanları o dosyanın içinde figüranlaşıyor.  Acz içindeki yalakalıkları, kaypaklıkları ve itiraflarıyla deşifre oluyor. Önder Şuşoğlu ve Emrullah Erdinç, çalışmaları içinde “şöhretlerin doğrudan polis ifadelerini belgeliyor. Bu bağlamda, polisteki o sakallı ve makyajsız yüzler, ifadelerde bütün çıplaklığıyla neşredilen cürümler, televole dünyasının kriminal yüzünü ortaya koyuyor. Yazarlar, “cilalı imaj devri”nin sahte kahramanlarına olabildiğince objektif yaklaşıyor. Yargılamak değil, belgelemek refleksi öne çıkıyor. Bu belgelerden öğreniyoruz ki, uyuşturucuyu bu dünyanın olmazsa olmaz parçası gibi algılayanlar, yakalandıklarında ya arkadaşlarını ele vermeyi ya da kendilerini kurtarmayı seçiyorlar. Örneğin polis saç kılından yaptığı testlerle kimin uyuşturucu kullandığını, kimin kullanmadığını kesin olarak tespit edebiliyor; ancak, çok pahalı olan bu testin parası zanlı “şöhret’ten talep edildiğinde, kendisini aklamak için bu tarihî fırsata yüz çeviren “şöhret”, parasının olmadığı gerekçesiyle bu testten kaçınabiliyor. Sonra da “ben hiç uyuşturucu kullanmam” diye ifade veriyor. Sahte dünyanın sahte kahramanlarının “cila”sı o penceresiz sorgu odalarında dökülüyor. Samimiyetsizlik öylesine öne çıkıyor ki, örneğin İbrahim Tatlıses polisteki ifadesinde, içtiği kokaini, “halka mal olmuş bir sanatçı olarak toplantı ortamının ahengini bozmamak” diye bir gerekçeye dayandırabiliyordu.