Bu kitap, Haçlı seferleri tarihini “öteki kamp”tan, yani Arap cephesinden görüldüğü, yaşandığı ve aktarıldığı haliyle anlatmak gibi basit bir fikirden yola çıkmaktadır. İçeriği, hemen hemen yalnızca o dönemin Arap tarihçi ve vakanüvislerinin tanıklıklarına dayanmaktadır.
Bu tarihçiler, Haçlı Seferleri’nden değil de Frenk savaşları veya istilalarından söz etmektedir. Frenkleri ifade eden kelime, bölgesi, yazarı ve dönemine göre farklı şekillerde yazılmıştır: Faranc, Farancat, Ifrenç, Ifrencat. Bunları birleştirmek üzere bugün halk dilinde Batılıları ve özellikle de Fransızları belirtmek için hâlâ kullanılmakta olan en özlü biçimi tercih ettik: Efrenk.
Kendilerini dayatan bibliyografya, tarih veya diğer konulardaki notlarla anlatıyı ağırlaştırmamak kaygısıyla, bunları her bölüm için bir araya getirilmiş olarak en sona koymayı tercih ettik. Bu konularda daha çok şey bilmek isteyenler bunları yararlanarak okuyabilirler, ama bu notlar, herkese ulaşmayı amaçlayan anlatının anlaşılması için mutlaka gerekli değillerdir. Nitekim, yeni bir tarih kitabından çok, şimdiye kadar ihmal edilmiş bir bakış açısından hareketle, Haçlı Seferleri’nin Batı’yı ve Arap dünyasını biçimlendirmiş olan ve bugün hâlâ bu ikisi arasındaki ilişkileri belirleyen şu çalkantılı iki yüzyılın “hakiki romanı”nı yazmayı istedik.
Ulu kadı Ebu-Saad el-Haravi, sarıksız, kafası matem işareti olarak kazınmış bir şekilde, el-Mustazhirbillah’ın geniş divanına bağırarak girer. Peşinde, genç yaşlı bir sürü yoldaşı vardır. Bunlar onun her sözünü gürültülü bir şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın altında haşmetli bir sakaldan meydana gelen tahrik edici bir görüntü sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerinden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır, ama onları horlar bir şekilde iten kadı, salonun ortasına doğru kararlı bir şekilde ilerler, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde, mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:
— Suriye’deki kardeşlerimizin deve eğeri veya akbabanın miğdesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı cehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit Araplar hakarete alıştılar mı ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?
Arap vakanüvisler, bu “gözleri yaşlarla dolduracak ve kalpleri coşturacak bir söylevdi” diyeceklerdir. Konuşmayı duyan bütün oradakiler iç çekmeleri ve ağlamalarla sarsalanmışlardır. Fakat el-Haravi onların hıçkırıklarını istememektedir.
— Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir, der.
Eğer Şam’dan Bağdat’a Suriye çölünün dur durak bilmeyen kızgın güneşinin altında üç uzun yaz haftası boyunca yolculuk yaparak geldiyse, bunun nedeni merhamet dilenmek değil de, islamiyetin en üst yetkililerini inananların üstüne çöken afet konusunda uyarmak ve onlardan katliamı durdurmak üzere zaman kaybetmeden işe müdahale etmelerini istemektir. El-Haravi, “Müslümanlar hiç bu kadar aşağılanmadılar, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan edilmedi” diye tekrarlayıp durmaktadır. Ona eşlik edenlerin hepsi, istilacı tarafından yağmalanan kentlerden kaçmıştır; içlerinden bazıları, Kudüs’ten kurtulabilen çok az sayıdaki insanların arasında yer almaktadırlar. El-Haravi, bunları bir ay önce yaşadıkları dramı bizzat anlatsınlar diye yanında getirmiştir.
Nitekim Frenk taifesi, Hicretin 492. yılının 22 Şaban ayına gelen Cuma günü (15 Temmuz 1022), kırk günlük bir kuşatmadan sonra kutsal kenti ele geçirmiştir. Kentten sürülenler, bundan her söz ettiklerinde hâlâ titremekte ve sokaklara yalınkılıç dağılarak, erkekleri, kadınları ve çocukları boğazlayan, evleri yağmalayan, camileri talan eden bu zırhlı sarışın savaşçılar sanki hâlâ gözlerinin önündeymişçesine, bakışları sabitleşmektedir.
Katliam iki gün sonra bittiğinde, kent surlarının içinde tek bir Müslüman bile kalmamıştır. Bunlardan birkaçı, saldırganların yerle bir ettikleri kapılardan dışarı süzülmek için karışıklıktan yararlanmıştır. Başka binlercesi ise, evlerinin önünde veya camilerin yakınında, kan göllerinin içinde cansız yatmaktadır. Bunların arasında çok sayıda imam, ulema ve bu kutsal yerlerde sofuca bir inziva hayatı yaşamak üzere ülkelerinden ayrılarak buraya gelmiş olan mutasavvıf dervişler vardır.
Hayatta kalabilenlerin sonuncuları, en beter işleri yapmaktadırlar: Yakınlarının cesetlerini sırtlarında taşımak, onları kabirlere gömmek değil de, belirsiz yerlerde üst üste yığarak yakmak, sonra da kendilerinin katledilme veya köle olarak satılma sıralarının gelmesini beklemek.
Kudüs Yahudilerinin kaderi de aynı derecede korkunç olmuştur. Bunların çoğu, çarpışmanın ilk saatlerinde, kentin kuzeyinde bulunan mahallelerinin (Yahudi mahallesi) savunmasına katılmıştır. Fakat evlerine doğru çıkıntı yapan duvar cephesi çöküp, sarışın şövalyeler sokakları işgâl etmeye başlayınca, Yahudiler dehşete kapılmışlardır. Cemaatin tümü, atalardan yadigâr bir hareketle dua etmek üzere en büyük havrada toplanmıştır. Frenkler bunun üzerine bütün çıkışları kapatmış, sonra bu çıkışların etrafına odun yığıp ateşe vermişlerdir. Dışarı çıkmaya çalışanlar, civar sokaklarda öldürülmüşler, diğerleri canlı canlı yakılmıştır.
Bu dramdan birkaç gün sonra ilk Filistinli mülteciler Şam’a gelmişlerdir, yanlarında Kutsal Kitab’ın en eski nüshalarından biri olan ve çok büyük bir özenle taşıdıkları halife Osman’ın Kuran’ı da vardır. Daha sonra, Kudüs’ten kurtulabilenler de büyük Suriye kentine yaklaşmışlardır. Kentin kare seklindeki surlarının üzerinden yükselen Emevi camiinin üç minaresinin siluetini uzaktan farkedilince, seccadelerini yere sererek, sona erdiğini sandıkları hayatlarını devam ettirdiği için yüce Allaha şükretmek üzere namaza durmuşlardır. Ebu Saad el-Haravi, Şam mollası (başkadı) olarak mültecileri iyilikle karşılamıştır. Afgan asıllı olan bu kadı, kentin en saygı gören kişisidir; Filistinlilere bol bol öğüt vermiş ve onları teselli etmiştir. Ona göre bir Müslüman evini barkını terkederek kaçmış olmaktan dolayı utanç duymamalıdır. İslamiyetin ilk mültecisi, şehir halkının husumeti nedeniyle doğduğu yer olan Mekke’yi terkederek, yeni dinin hüsnü kabul gördüğü Medine’ye sığınmak zorunda kalan peygamber, hazreti Muhammed’in bizzat kendi değil midir? Ve vatanını putatapıcılıktan kurtarmak üzere cihadı bu sığındığı şehirde ilân etmemiş midir? Demek ki mülteciler kendilerini kutsal savaşın mücahitleri saymalıdırlar; mücahit olmak islamiyette o kadar onurlu bir iştir ki, peygamberin hicreti İslam takviminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
Hatta müminlerin çoğuna göre, işgal durumunda hicret etmek mutlaka uyulması gereken bir ödevdir. İspanyalı bir Arap olan ve Filistin’i Frenk istilasının başlangıcından bir yüzyıl sonra ziyaret edecek olan büyük seyyah İbn Cübeyir, “vatan aşkından ötürü boyunduruk altına girmiş” bazı müslümanların, işgâl altındaki topraklarda yaşamayı kabul ettiklerini görmekten büyük bir kızgınlık duyacaktır. “Eğer oradan yalnızca geçmiyorsa, bir müslümanın kâfir bir kentte ikâmet etmesinin hiçbir bahanesi olamaz” diyecektir. “Dar-ül islamda (İslam toprağında), hırıstiyanların ülkesinde maruz kalınan acı ve sıkıntılara karşı korunaklıdır; örneğin, özellikle en salak kişilerin ağzından çıkan ve peygambere yönelik olan iğrenç sözleri duymaktan, arınma olanağından mahrum kalmaktan ve domuzlar ile birçok gayrimeşru şeyin arasında yaşamaktan korunacaktır. Onların ülkesine girmekten kaçınınız! Böylesine bir hata yapınca tanrıdan af ve merhamet dilemek gerekir. Hıristiyan topraklarında oturan herkesin gözüne çarpan dehşet verici şeylerden biri, ağır işlerde çalıştırılan ve köle muamelesi gören Müslüman esirlerin kendilerine vurulan zincirleri sürüklemeleri ve ayaklarında demir prangalar taşıyan Müslüman esirlerin manzarasıdır. Bunları görmek yürekleri parçalar, ama acıma onların hiçbir işine yaramaz.”
İbn Cübeyir’in sözleri öğreti açısından aşırı olmakla birlikte, 1099’un bu Temmuz ayında Şam’a yığılmış olan şu binlerce Filistinli ve Kuzey Suriyeli mültecinin tutumlarını iyi aksettirmektedirler. Çünkü bu mülteciler evlerini barklarını istemeye istemeye terketmişlerse de, istilacının kesin gidişinden önce geri dönmemeye ve İslam âlemindeki bütün kardeşlerinin bilinçlerini uyandırmaya tamamen kararlıdırlar.
Aksi takdirde, el-Haravi’nin önderliğinde Bağdat’a neden gitsinlerdi? Bir Müslüman, zor duruma düştüğünde peygamberin ardılı olan halifeye yönelme durumunda değil midir? Müslümanlar yakınma ve şikâyetlerini emir el-müminin’e (inananların hükümdarı) yöneltmek zorunda değiller midir?
Mültecilerin Bağdat’ta uğradıkları hayal kırıklığı umutları kadar büyük olacaktır. Halife el-Muztahzirbillah, önce onlara karşı duyduğu derin yakınlık ve çok büyük şefkati dile getirmiş, sonra da altı yüksek saray görevlisini bu can sıkıcı olayları araştırmaya memur etmiştir. Bu bilgeler kurulundan bir daha söz edilmeyeceğini belirtmeye gerek var mıdır?
İslam alemi ile Batı arasındaki bin yıllık bir husumetin başlangıç noktasını meydana getiren Kudüs’ün yağmalanması, o sıralarda hiçbir silkinmeye yol açmayacaktır. Arap dünyasının istilacıya karşı seferber olması ve, Şam kadısı tarafından halifenin divanında ortaya atılan cihad çağrısını direnme hareketinin ilk yüce eylemi olarak selamlaması için yaklaşık yarım yüzyıl geçmesi gerekecektir.
İstilanın başında, Batı’dan gelen tehdidin ölçeğini el-Haravi gibi ölçebilen çok az sayıda Arap olmuştur. Hatta bazıları, yeni duruma çabucak uyum sağlamışlardır. Arapların çoğu, kızgın ama kaderine razı bir şekilde, yaşamını sürdürmekten başka bir şey düşünmemiştir. Birkaç Arap, bu beklenmedik olduğu kadar yeni de olan olayları anlamaya çalışırken, ortaya az çok berrak kafalı gözlemciler olarak çıkmıştır. İçlerinde en ilgi çekici olanı, seçkin bir aileye mensup genç bir okumuş olan Şamlı vakanüvis İbn el-Kalanissi’dir. Her şeyi ilk andan itibaren gören bu vakanüvis, Frenklerin Doğu’ya geldiği tarih olan 1096’da yirmi üç yaşındadır ve haberdar olduğu olayları düzenli bir şekilde kaydetmeye özen göstermiştir. Vekayinamesi, istilacıların ilerlemesini, Şam’dan algılandığı haliyle ve sadık bir şekilde, aşırı bir tutku taşımaksızın anlatmaktadır.
Ona göre herşey, ilk söylentilerin Şam’a ulaştığı şu kaygılı günlerde başlamıştır...