Benim doğduğum köyde kayaların birer adı vardır. Gemi Kayası, Ayı Kafası Kayası, Pusu Kayası, Duvar Kayası, hatta İkizler Kayası vardır. Bu sonuncusuna Gulyabani Memeleri de denir. Asker Taşı denileni çok önemlidir; vaktiyle birlikler asileri kovalarken bu kayanın ardında pusuya yatarlarmış; buradan daha fazla hürmet gören, efsanelerle bunca dolu bir başka yöre yoktur. Yine de çocukluk günlerimin manzaraları rüyama girdiğinde gözümün önüne bir başka kaya gelmektedir. Heybetli bir koltuk görünümünde, kalçaların konduğu yer sanki oturula oturula yıpranmış gibi çukurlaşmış, yüksek ve düz bir arkalığı olan ve her iki yana kolçak gibi sarkan bir kaya. Sanıyorum insan adı taşıyan tek kaya odur: Tanios Kayası!
Taştan bu tahtı uzun süre seyretmiş ama yanına yaklaşmaya cesaret edememiştim. Tehlikeden korktuğum için değil; köyde en gözde oyunlarımız kayalıklar arasında geçerdi, küçücük bir çocukken bile en tehlikeli yerlere tırmanarak benden büyüklere kafa tutardım. Ellerimizden ve çıplak ayaklarımızdan başka sahip olduğumuz bir şey yoktu ama tenimiz kayanın tenine yapışmayı gayet iyi biliyordu ve ne kadar heybetli olsa da, buna direnebilecek tek bir kaya yoktu.
Hayır, beni engelleyen düşme korkusu değildi. Bir inanç, bir yemindi. Bu sözü, ölümünden birkaç ay önce dedeme vermiş, yemin etmiştim. “Bütün kayalara evet, ama asla ona yanaşma!” Diğer yumurcaklar da tıpkı benim gibi uzak dururlardı; aynı batıl itikatten kaynaklı, aynı kaygı yüzünden! Onlar da ayva tüyü bıyıkları üzerine ellerini koyarak söz vermiş ve aynı açıklamayı almış olmalıydılar: “Ona Tanios-keşk deniyordu. Gelip bu kayanın üzerine oturmuştu. Bir daha gören olmadı.”
Bu kişiden, yöre halkının dilinden düşürmediği sayısız hikâyenin kahramanı olan o adamdan söz edildiğini defalarca işitmiştim. Adı kafamı hep karıştırmıştı. Bildiğim kadarıyla Tanios, Antuan adının yerel ağızdaki pek çok değişik biçiminden biriydi. Tıpkı Antun gibi, Antonios, Atanios, Tanos ya da Tannus gibi... Ama şu gülünç “keşk” lakabı ne diye eklenmişti? Dedem bana bunu anlatmak istemedi. Bir çocuğa söylenebileceğini kestirdiği kadarını söylemeyi yeğledi: “Tanios, Lamia'nın oğluydu. Lamia'dan söz edildiğini duymuşsundur. Çok çok eskidendi, daha ben bile doğmamıştım. Babam da doğmamıştı. O vakitler Mısır paşası Osmanlılara karşı savaşıyordu. Atalarımız çok acı çektiler. Özellikle patriğin ölümünden sonra. Tam surda, köyün girişinde vurdular onu, İngiliz konsolosunun filintasıyla...”
Dedem bana cevap vermek istemediğinde böyle konuşur, kesik kesik cümleler söylerdi, sanki bir yol tarif eder gibi, ardından bir diğerini, sonra bir üçüncüsünü, ama yine de hiçbir yola sapmazdı. Gerçek hikâyeyi keşfedebilmem için aradan yılların geçmesi gerekti.
Lamia adını bildiğime göre asıl ipucu elimde demekti. Zaten şans eseri iki yüz yılı aşarak bize kadar ulaşabilmiş bir atasözü sayesinde buralarda bu adı bilmeyen yoktu: “Etme Lamia, yapma Lamia, saklama güzelliğini Lamia!”
Bugün bile delikanlılar köy meydanında toplandıklarında çarşafa bürünmüş bir kadın geçecek olsa, içlerinden biri muhakkak “Lamia, Lamia...” diye başlardı söze. Bu çoğu zaman hakikaten bir iltifat olurdu; ama en acımasızından bir alay olduğu da vakidir.
Bu delikanlıların çoğu ne Lamia'yı ne de bu atasözünün hatırasını taşıdığı dramı bilirlerdi. Ana babalarından veya onların da büyüklerinden duyduklarını tekrarlamakla yetinirler ve kimi zaman da bu sözlerine ellerinin bir hareketini de katıp, tıpkı onlar gibi elleriyle, köyün bugün artık oturulmayan yukarı tarafını, bir şatonun harabelerinin görüldüğü sırtları işaret ederlerdi.
Defalarca tekrarlandığını gördüğüm bu hareket yüzünden, Lamia'yı o yüksek duvarların ardında, güzelliğini köylülerin bakışlarından saklayan bir prenses olarak hayal ederdim. Zavallı Lamia! Onu mutfakta çalışırken ya da yalınayak, elinde bir testi, başında bir poşu ile görmüş olsaydım prensese kolay kolay benzetemezdim.
Hizmetçi de değildi ama. Bugün artık hakkında daha çok şey biliyorum. Öncelikle her birini tek tek sorguya çektiğim köyün kadın, erkek ihtiyarları sayesinde! Yirmi yıl önceydi bu. Bugün ise biri dışında hepsi çoktan öldü. Adı Cebrail, dedemin bir kuzeni, bugün doksan altı yaşında. Onun adını anıyor olmam hâlâ hayatta olmasından değil yalnızca, yerel tarihe meraklı bu eski öğretmenin tanıklığının hepsininkinden değerli olmasından. Gerçekten de yeri doldurulur gibi değil. Saatlerce karşısına geçer ona bakardım. Kel bir kafası ve geride bıraktığı yaşlarının izini taşıdığı kesin olan kırışık yüzünde geniş burun delikleri ve kaim dudakları vardı. Onu bu yakınlarda görmedim, ama dendiğine göre o güven verici halini, ateşli konuşma tarzını ve yıpranmamış hafızasını hâlâ korumaktaymış. Yazmaya kalkıştığım sözlerin arasından sık sık onun sesi işitilecektir.
Tanios'un bir efsane olmanın ötesinde, etten kemikten biri olduğuna dair en derinliklerimde erkenden hissettiğim inancı Cebrail'e borçluyum. Kanıtlar ise sonradan, yıllar sonra ortaya çıktı. Ta ki şansım yaver gidip de gerçek belgeler elime geçince...
Bu belgelerden üçünü sık sık anacağım. İkisi, Tanios'u yakından tanıyanlara ait. Üçüncüsü ise yakın tarihli. Yazarı, Birinci Dünya Savaşı ertesinde ölen bir din adamı. Kfaryabdalı keşiş İlyas! Kfaryabda benim köyümün adı. Henüz sözünü etmedim sanıyorum. İlyas'ın eseri şu adı taşıyor: Dağlılar Tarihçesi ya da Kfaryabda köyünün, buraya bağlı köycük ve çiftliklerin, burada yükselen anıtların, burada uyulan âdet ve geleneklerin, burada yaşamış önemli şahsiyetlerin ve Yüce Tanrının izniyle cereyan etmiş olayların tarihi.
Tuhaf, eşi benzeri olmayan, şaşırtıcı bir kitap. Bazı sayfalarda üslup özelleşiyor, kalem ateşli bir hal alıp özgürleşiyor; kanatlanmış esinler, cesur sapmalar okuyanı alıp götürüyor, insan kendini hakiki bir yazar karşısında sanıyor. Sonra, aniden, kibrine kapılıp günah işlediğinden çekinmiş gibi, keşiş geriliyor, siliniyor, üslubu yavanlaşıyor ve günah çıkarmak için saygılı bir intihalci rolüyle yetiniyor. O zaman da geçmişin yazarlarından ve kendi döneminin önde gelen kişilerinden alıntıları, pek sevdiği mısralar halinde yığıyor. Çöküş devrinden kalma Arap mısraları bunlar; yapmacık resimlerle ve soğuk duygularla doğallıktan uzaklaştırılmış.
Bunu, bin sayfalık yapıtı ikinci kez dikkatle okuduktan sonra anladım. Daha doğrusu, dibaceden başlayıp, “sen ki kitabımı okudun, bağışla beni!” diyen geleneksel mısraya kadar tam olarak dokuz yüz seksen yedi sayfa. Önce, yalnızca büyük bir siyah eşkenar dörtgenle süslenmiş yeşil ciltli bu eseri elime aldığımda ve ilk kez sayfalarını açtığımda bu sıkışık yazı dikkatimi çekmişti. Virgülsüz, noktasız, hatta paragrafsız; tıpkı bir resmin çerçevesine tıkıştırılması gibi sayfa sınırları içine hapsedilmiş kaligrafik bir yığından başka bir şey yoktu ortada; ama tek bir sözcüğün, orda burda, bir önceki sayfayı ya da bir sonrakini hatırlatmak amacıyla tek başına bırakıldığı görülüyordu.