"İntihar etmeyeceksek içelim bari!"
Tezel. Az önce devetabanının dibine bıraktığı içki bardağından boşalan eli titriyor. Ailenin anlayışlı damadı olarak hemen Tezel'in yardımına koşmam gerek. Tezel ne anlayışlı, ne de dengeli olmak zorunda. Titreyen ellerini koltukaltlarına sokuyor. Boşalan bardağına yeniden sarılmamak, o bardağı alıp yere çalmamak için yapıyor bunu. Bulunduğu yerle bir gece için uyum sağlama adına gösterebileceği tek özen bu: Onu da kötüye kullanmayın sakın!.. Benim sabrımı taşırmayın. Hadi Ömer!.. Çabuk ol. Bul şunlardan birini! Nereye kayboldular tepsileri dolaştıranlar?
"Allah kahretsin! Bilsem gelmezdim. Doğru dürüst içki de vermeyeceklerse, ne işim var benim bu yaşama fukaralarının töreninde?"
Sanki bu yaşama fukaraları onun hiçbir şeyi değil. Ya da üç beş kadeh içki ile abisinin kızı Ayşen'in gönlünü azıcık hoşedecek, anasının da yüreğine bir fiske su serpecek kadar bir şeyi. Karımın, Aysel'in bu kadarcık bile ilintisi kalmamış olabilir mi bu düğünle?
Dereli ve Özkan Aileleri
Kalkınan memleketimizin milli temeline yeni bir harç olmak üzere kızımız Ayşen'le oğlumuz Ercan'ın -yoksa Ertan mıydı?- Anadolu Kulübü'nde yapılacak olan nikâh ve düğün töreninde sizleri de aralarında görmekten mutluluk duyarlar.
Babası İlhan Dereli
Babası Tümgeneral Hayrettin Özkan
İki kuşun gaga gagaya verdiği mavi kartın altında, 1972 yılının 26 Kasımında, saat 19.00'da temele bu harem konulacağı törenin başlamış olacağı bildiriliyordu.
Beklenen gün ve saatte buradayım. Şunca yıl sonra Aysel'le birlikteliğimizin temeline ilk ayrılığı koyarak. İki yanlı, bunu hiç engellemeyerek. En önemsizi en önemli kılmayı başarmak için, gerçekten önemli bir birikim. Hem de böyle bir günde.
İntihar etmeyeceksek içelim bari!
Tezel'in yardımına koşmam gerek. Sözü buraya getirmesine kızamayacak, bunu söylerken alaylı, vurdumduymaz gülüşüne katılamayacak ya da Tezel'i anlamaya çalışamayacak kadar yorgunum. Bunun da adı, başkalarının an'lık dileklerini an'ında yerine getirmek olmalı. Bir ot. Bir dal. Esinti çıkarsa kımıldar. Yağmurda ıslanır. Güneşte başını ışığa uzatır, pırıldar. Bir araba yanından tozutarak geçerse matlaşır, rengi toprağa yaklaşır. Biri üstüne düşünmeden basabilir. Az sonra da kaldırıp bir duvar kıyısına, bir çukura birikmiş lağımsı suyun içine atabilir. Evet, evet. Tamam. İnsan ise direnir. Kırk beş yıl bile olsa, kırk beş yıl, bataklarda yürürken de hiç çamur sıçratmadan paçalarına, hiç çirkefe batmadan, hiç tozlatmadan üstünü başını, hiç sallanmadan boralarda, fırtınalarda, hiç midesi bulanmadan, hiç başı ağrımadan... Ne baştır o baş... İnsan başı değil, çivi başı! Kılıç başı. Bir gürz.
Kırk beş yıllık bu gürzü şimdi çevir bakalım Tezel'e. Sor.
"Ne içiyordun sen?"
Tezel, koltukaltlarında tutukladığı ellerini tam özgür bırakıyordu, durdu. Şimdi iyice eziyor o elleri koltukaltlarında. Bu yeryüzüyle onu uyuma zorlayacak tek kişi kaldıysa ortada, onun da şimdi burda, Ömer olduğunu düşünerek. İyi ki Aysel yok, diyerek. Eziyor ellerini koltukaltlarında. O elleri titrememeye çağırıyor.