“Benim artık yaşlı bir adam olduğumun farkında mısın? Defterlerimi kapattım, hesaplarımı gördüm, yavaş yavaş yeryüzünden topuklamanın zamanı geldi,” dedi.
“Gel birlikte topuklayalım. Ben de çürümekten usandım,” dedim.
“Yapma, sen hâlâ gençsin,” dedi.
“Sen? Daha yarım asır geçirdin bu batasıca dünyada.”
Güldü. “Daha fazla.”
Gökyüzünü kucaklayan geniş pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Arkada İstanbul’un bulutları, duman duman. Gülüşü uçtu, duman dağılır gibi. Sesi acılaştı.
“Benden bir şey bekleme.. sana verecek bir şeyim yok,” dedi.
Başını gökyüzüne çevirdi. Pencere profiliyle doldu.
Ne kadar harika bir burnun var Ali.. dedim içimden. Yıllar önce de ilk burnun dikkatimi çekmişti. Seni ilk gördüğümde burnundan, gözlerinden, gülüşünden etkilenmiştim. Burnun mağrurdu, karakterliydi. Gözlerin siyahtı, bir erkek için fazla güzeldi. Gülüşün sıcacıktı. Ve ellerin.. ah o şefkatli ellerin.
Bitkindim. Beremi çıkardım. Ali’nin soluk, yıpranmış kanepesine, omzumun üstüne uzandım. Sakat gibiydim. Sanki bir kolum yok.
“Beni bir gece misafir et yeter,” dedim duyulur duyulmaz bir sesle. “Bu kadarını da yapamaz mısın?”
Ali dönüp bana, usulca başlayan ağlayışıma, yeşil mürekkeple lekelenmiş parmaklarımdan yere sarkan siyah bereme, saçsız, tamamen saçsız başıma baktı, dehşet içinde.
Dondu kaldı.