Amadis Dudu, hiç farkında olmadan, 975 nolu otobüsün durduğu durağa ulaşmasını sağlayacak yollardan en uzununa, daracık bir sokağa dalmış, yürüyordu. Teorik olarak, her gün dört yerine üç buçuk bilet vermesi gerekiyordu, çünkü otobüs durağa gelmeden ayaklanır ve hareket halindeyken atlardı. Biletinin olup olmadığını anlamak için yeleğinin cebini yokladı. Evet, vardı. Bir çöp yığınının üzerine tünemiş bir kuş gördü. Hayvan boş konserve kutularından üçünü gagalayıp duruyor ve Volga Kürekçileri’nin giriş bölümünü çalmayı pekâlâ başarıyordu. Amadis Dudu durdu, ama kuş yanlış bir notaya basıp homurdanarak havalanıverdi. Çılgın gibiydi ve gagasının arasından, kuş dilinde küfürler savuruyordu. Amadis Dudu ezginin kaldığı yerden şakıyarak yoluna devam etti, ama o da yanlış bir notaya dokundu ve küfrü bastı.
Öyle ahım şahım olmasa da, gökyüzü güneşliydi. Ama tam önünde, sokağın ucu tatlı tatlı parıldıyordu, çünkü parke taşları yağlıydı. Şu var ki, sokak bir sağa bir sola iki kez kıvrıldığı için o bunu göremiyordu. Yumuşak keyiflerle yüklü kadınlar beliriyordu kapıların önünde; önü ağılmış bornozlarıyla iffet denen şeyin epey uzağındaydılar. Çöp tenekelerini ayaklarının dibine boşaltıyor, içinde sokağa kusulmadık hiçbir şey kalmasın diye tenekelerin dibini dövüyorlardı. Bir yandan da fıkırdayıp duruyorlardı. Ve Amadis Dudu, her zamanki gibi uygun adıma geçti. Bu sokaktan geçmeyi işte bu yüzden seviyordu. Bu ona Amerikalıların arasında geçirdiği askerlik günlerini anımsatıyordu: Kuşunkilere benzeyen, ama daha büyük teneke kutulardan fıstık ezmesi tıkındıkları günleri. Çöpler yere dökülürken toz bulutları oluşturuyorlardı. O bunu da seviyordu, çünkü bu, güneşi daha bir görünür kılıyordu, içinde kılık değiştirmiş polislerin bulunduğu altı katlı binanın önündeki kırmızı fenerin gölge uzunluğuna bakılırsa (aslında burası bir karakoldu ve herhangi bir kuşkuya yer bırakmamak için yandaki genelevin önüne de mavi bir fener dikilmişti), saat, aşağı yukarı, sekizi yirmi dokuz geceye yaklaşıyordu. Durağa varmak için bir dakikası kalmıştı. Bu birer saniyelik altmış adım anlamına geliyordu tamı tamına. Ama Amadis dört saniyelik beş adım atıyor ve bu çok karmaşık hesabı kafadan yapmaya çalışıyordu. Nitekim hesabı yapacak ve porselenin üzerinde tok sesler çıkararak, böbrek aracılığıyla dışarı atacaktı olağan bir biçimde. Ama epeyce sonra.
975 durağının önünde daha şimdiden beş kişi vardı ve hepsi birden gelen ilk 975’e bindiler. Ama biletçi Dudu’nun içeri girme isteğini geri çevirdi. Otobüse binecek altıncı kişi olduğunun somut bir göstergesi olan kâğıt parçasını biletçiye uzattıysa da içeride ancak beş kişilik yer vardı. Bu nedenledir ki, otobüs Dudu’dan kurtulmak için tam dört kez gaz çıkarmak zorunda kaldı. Usul usul ilerliyor ve arkası yere değiyordu. Öyle ki. taşların arasındaki yuvarlak çukurlara her girişinde kıvılcım demetleri saçıyordu çevreye; bazı şoförler daha hoş bir görüntü elde etmek için arabaların arkasına çakmak taşları yapıştırırlardı (nedense hep şoförler yapardı bunu, biletçiler değil).
İkinci bir 975 tam Amadis’in burnunun dibinde durdu. Ağzına kadar doluydu ve yeşil yeşil soluyordu. Arabadan iki şey indi: iriyarı bir kadın ve bir pasta kazması. Kazmayı, neredeyse ölmek üzere olan ufak tefek bir bey sırtlanmıştı. Dudu bir eliyle dikey demire yapıştı, ötekiyle de biletini uzattı. Ama biletçi, bilet delmekte kullandığı zımbayla parmaklarının ucunu okşayıverdi.