Bin Bir Renkli Kır Çiçekleri
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum Bütün çiçeklerini getirin buraya Öğrencilerimi getirin, getirin buraya Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer Bütün köy çocuklarını getirin buraya Son bir ders vereceğim onlara Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum Kaderleri bana benzeyen Yalnızlıkta açarlar kimse bilmez onları Geniş
ovalarda kaybolur kokuları Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni
Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım Ben bir bahçe suluyordum gönlümden Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden * Ne güller fışkırır çilelerimden Kandır, hayattır, emektir benim güllerim Korkmadım, korkmuyorum ölümden Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin
C. A. KANSU
BİN BİR RENKLİ KIR ÇİÇEKLERİ
İlkbahar, sonbahar gibi kırılıp dökülerek, nazlanarak, ağır ağır gelmez Anadolu'ya; aniden gelir. Kış boyunca sessiz ve elemli duran bozkırlar, mart sonuna doğru silkinir ve birden coşar. Aylardır kendini esirgeyen güneşin ışığı, bulutları yarıp yeryüzüne erişince, göz alabildiğine uzanan yaylalarda kara gözlü kırmızı gelinciklerle sarı saçlı papatyaların, dağlarda ise mor anemonlarla mavi dağ minelerinin, hüsnüyusufla-rın ve isimlerini hiç hak etmeyen narin katırtırnaklarının renk cümbüşü başlar. Bir sihirbaz değneğiyle yeryüzüne dokunu-vermiş gibi, bir anda pıtrak pıtrak çiçek fışkırır tarlalardan. Toprağın rengi, bu göz kamaştıran alacalı parıltı yüzünden görünmez olur.
Đşte aynen böyle oldu onların da Đstanbul'a gelişleri. Nicedir boş ve sessiz duran okulun camlarına renkleri, duvarlarına cıvıltıları yansıdı. Yaz aylan boyunca bomboş kaldıkları için mahzun duran sınıflar, koridorlar silkinip canlandılar. Ağaçların yüzü güldü. Bir hareket başladı çevrede. Gerçi aynı anda doluşmadılar okul bahçesine, birer ikişer geldiler, yanlarında anneleri, babaları kimi zaman da dayıları, amcaları veya ağabeyleriyle. Ama nihayet hep birlikte avluda toplandıklarında, yaz öncesinin Anadolu toprağında açan rengârenk çiçekleri gibi, gökkuşağının yedi rengine boyayıverdiler bahçeyi.
Kentsoylu çocukların üzerlerinde ender görülen renklerle gelmişlerdi; gelincik kırmızısı, çayır yeşili hırkalar, zakkum pembesi ya da menekşe moru gömlekler, desenli veya çizgili etek ve pantolonlar giyiyorlardı.
Giysilerinin coşkun rengine karşın, saçları kahverengi veya siyahtı, koyu renk gözleri ise üzerlerine en parlağından vernik atılmış gibi pırıl pırıldı. Ürkektiler; ince bacaklarının üzerinde yavru ceylanlar gibi sakınarak yürüyor, kopup gel-12 dikleri yuvalarından çok farklı olan bu steril ortamda kapı diplerine siniyor, uzun boyluların gerisinde gözden kaçmaya çalışıyorlardı. Konuşkan değillerdi. Memleketlerindeki hayata dair hiçbir şey anlatmıyorlardı nedense. Ne geride bıraktıkları zor yaşam şartlarından şikâyet ediyorlardı, ne de alışmaya çalıştıkları yepyeni koşullardan. Evlerindeki düzensiz yemek saatlerinden, sabahları kahvaltı niyetine yedikleri kuru ekmeklerden de söz etmiyorlardı. Onların kültüründe kendilerine ait olanı saklamak vardı, ortaya dökmek değil. Onurluydular, kimsenin kendilerine acımasını istemiyorlardı. Bu yüzden gözleri yaşlı yakalananlar, ağladıklarını itiraf etmiyor, "Gözüme bir şey kaçtı," demeyi tercih ediyorlardı. Vefalıydılar, alıştırma dönemi sonunda evlerine dönerlerken, gördükleri derslerin notlarıyla çalışma defterlerini, yararlanmaları için buraya gelirken geride bıraktıkları öğretmenlerine, giysilerinin bir bölümünü de evdeki kardeşlerine götürmek istemişlerdi.