Yolculuk
Pencereden dışarıya bakıyorum içim daralarak. Zamanı durduran bembeyaz bir duvar var camın ardında.
Ufuk gözükmüyor. Ufuksuz bir mekâna hapsolmanın iç sıkıntısıyla koltuk aralarına yığılmış çantaların üzerinden atlayarak yerime geri dönüyorum. Aniden bastıran karın altüst ettiği seferlerden dolayı, yaklaşık iki saattir Esenboğa Hava Alanı‘nın rahatsız koltuklarından birinde oturmaktan bacaklarım uyuşmuş. Girip çıkan yolcularla kapılar açılıp kapandıkça içeri sızan soğuk içime işliyor, taş zeminden rutubet geçiyor ayaklanma.
Kuş gibi tünediğim plastik koltukta, açlıktan olsa gerek başım dönerek, midem bulanarak, derviş sabrıyla bekliyorum. Türk Hava Yolları ‘nın duyuru Türkçesi adını taktığım o tuhaf vurgulamayla, yer hosteslerinden birinin kelimeleri yuta yuta, “Uçak seferleri kar yüzünden iptal edildi,” dediğini duymamak için, birkaç saat daha oturmaya razıyım, yeter ki gün yarına kavuşmadan, bu soğuk, sevimsiz ve nem kokan bekleme salonundan kurtulayım. Yeter ki sabahın köründe başlayan beklenmedik yolculuğum, bir sonraki güne sarkmadan bugün bitsin!
Yanımdaki koltuğa bıraktığım seyahat torbam, üstüne yığılmış gazete ve dergilerle bir tepecik oluşturmuş.
Ayakta dolananlar, eşyalarımı koyduğum koltuğa ters ters bakıp duruyorlar. Onları başka bir yere yeniden istifleyecek gücüm olmadığı için, gözlerimi kaçırıyorum insanlardan. Can sıkıntısından patlamak üzereyim.
Gazetelerin her birini, tekrar tekrar ilk sayfalarından
son sayfalarına kadar, neredeyse cenaze ilanları da dahil olmak üzere okuduğum halde resimlere ve başlıklara aceleyle bir kez da- ha göz atıyorum vakit geçsin diye. Yanımda taşıdığım kitabı okumaktan çoktan vazgeçtim. Sabaha karşı çalan telefonla sıçrayarak uyandığımdan beri yollarda olduğum için, dikkatimi kitabıma veremeyecek kadar yorgunum çünkü.
Erzurum’dan sabah yedide kalkan uçakla Ankara üzerinden Đstanbul’a varmak için sabahın beşinde başladı yolculuğum. Semineri yarıda bırakarak Đstanbul’a dönmek zorunda kalınca, tebliğimi benim yerime sunması için, geldiğimizden beri bizlere yardımcı olan son sınıf öğrencisi Ata’yı görevlendirmeyi düşündüm. Dosyamı, ona verilmek üzere otel resepsiyonundaki genç kıza emanet ettim. Bir türlü alışıp sevemediğim, hatta nefret ettiğim cep telefonlarından bu kerelik Allah bin kere razı olsun. Yerli yersiz çalan, insanları en olmadık yerlerde en gereksiz haberleşmeler için rahatsız eden bu bücür alete bir gün şükran duyabileceğimi rüyamda görsem inanmazdım. Ata’yı sabahın beşinde uyandırmak yerine, Ankara’da uçak değiştirirken, çoktan uyanmış olacağını tahmin ettiğim bir saatte numarasını tuşlayıp işimi halledivermek ne kadar da kolaymış
meğer.
“Hocam, tebliğinizi elbette okurum ama sizin yerinizi doldu-ramam ki,” dedi Ata, “kötü oldu gitmeniz.”
“Mecbur kalmasam gider miydim hiç! Elinden geleni yap, oğlum,” dedim, “bu işe seni memur ettim.”