Ellerim ayaklarım buz gibi, gözlerimi yola dikmiş, baktıklarımı göremeden ve hiç kıpırdamadan dimdik oturuyorum. Her ikimiz de yay gibi gergin, tek laf etmeden yol alıyoruz. Đlk konuşan o oluyor:
“Yaklaşıyoruz, hazırlansan iyi olur.”
Geniş siyah örtüyü başımın üzerine yerleştirip, kaşlarıma kadar indiriyorum. Đki ucunu çekiştirerek burnumun hemen altından çengelli iğne ile tutturuyorum. Gülmeye başlıyor Hasan Bey:
“Örtünü biraz yukarı çek de önünü gör.”
Beceriksiz hareketlerle örtüyü alnımın ortasından geri çekmeye çabalıyorum.
“Hah bak, iyi oldu böyle. Pek de yakıştı. Gözlerinin güzelliği ortaya çıktı.”
“Bu örtünün yakışabileceği birini düşünemiyorum.”
“Hiç de değil. Güzel gözlü ama çirkin burunlu kadınlara pek de âlâ yakışabilir.”
“Teşekkür ederim!”
“Burnunun çirkin olmadığını benim kadar sen de biliyorsun. Đltifat avcılığı yapma şimdi, sabah sabah.”
Kızıyorum için için ama, babam yaşında ve bana yardım etmeye çalışan bir adamla tartışmayı gereksiz bulduğum için susuyorum. Sabahın erken saatlerinde daha yoğun olan sis yer yer açılıyor. Basımdaki örtünün ucuyla yan penceremdeki buğuyu siliyorum. Az daha gidiyoruz.
“Çok sıkıldım öffl Nefes alamıyorum.”
“Neden alamıyorsun? Burnunu kapamadın ki!”
“Olsun! Yine de bunaldım. Psikolojik herhalde. Camı indirir misiniz azıcık, hava girsin.”
Düğmeye basarak camı yan yanya indiriyor. Sabah ayazında ürperiyoruz ikimiz de.
“Bir kere daha üstünden geçelim mi?” diye soruyor Hasan Bey.
“Sorularımı çabucak soracağım. Konuyu dağıtmayacağım. Not alamadıklarımı aklımda tutacağım ve dışan çıkar çıkmaz hemen yazacağım defterime. Acıkırsak çantamdaki bisküvileri yiyeceğiz. Konuşmam beşten önce bitmiş olacak. Bir terslik olursa, kimseye bir açıklama yapmadan, hemen sizi arayacağım cebinizden.”
“Ne yazık ki arayamayacaksın. Telefona izin vermiyorlar-mış.”
“Yapmayın! Ya bir terslik olursa…”
“Olmayacak. Olursa, Dilaver Bey’e başvuracaksın.”