Yukarıdan, üç yüz metreden, bir kartalın bakışından tuhaf bir manzara… Sirkeye kesmiş asma üstünde haddinden fazla kalmış, çakırkeyif ve sarsak, altı bacaklı bir böcek.
Yüz elli metreye inildiğinde bir mutant, üç başlı, her başı kendi amacına dalmış bir böcek görülüyor. Her baş gövdeyi ayrı yöne çekme derdinde. Önce bir tarafa ilerliyor, ardından cadı tahtası üstünde üç el misali bir o yana, bir bu yana gidiyor.
Otuz metreden, en fazla sekiz katlı bir binanın tepesinden, her böcek bacağı çiftinin insan başlarına sahip üç insan bedenine bağlandığı ve bu üçlünün bir yükü birlikte taşıdığı anlaşılıyor. Bir mobilya, galiba.
Üç metreden, koruyucu melek mesafesinden, bu öykünün anlatılacağı bakıştansa üç kişinin bir koltuğu taşıdığı görülüyor. Turuncu, epey büyük, dokuma bir koltuk.
Thom üç beş parça eşyasını Tree’nin yüksek tavanlı, yetmişli yıllarda çekiciliğinden epey yitirerek elden geçtiği belli bir yirminci yüzyıl başı yapımı dairesine taşımıştı. Dekorasyona katkı babında kitaplarını oturma odasına yerleştirdi ve kitaplar koydukları yerde çürüyen denizci sandıkları misali kaldılar.
Thom, komodin, yatak ve kişinin genelde elinde bulundurduğu diğer eşyanın yokluğunu nasıl dolduracağını kestirmeye çabalayarak sandalyesiz masasına odasında yer bulmaya uğraşıyordu. Ara sıra binalar arasındaki boşluğa bakan pencereye, eylemlerini aynı anda hem gizlemeye hem de karşı tarafta, biraz özsaygı eksikliğinden mustarip, sakar, epey akıllı bir deve ilgi duyabilecek bekâr bir hanımın varlığına dair uzak ihtimali düşünerek derli toplu ve ilgi çekici kılmaya çalışarak göz atıyordu.
Biraz mı, dedi Thom’un beyni.
“Evet, biraz,” diye yanıtladı Thom sertçe. Beyin, Thom’un sağ gözünden iki buçuk santim içeride bir yerde duran, ebadı belirlenemez varlıktı. Baş ağrılarının kaynağı… Düş kırıklığı yaşayan atalardan birisinin gözlerinden her hareketini inceleyen alaycı Muppet balkon müdavimi… Yarı mantıkçı yarı aile reisi beyin, Thom’un bilincine arka koltuktan müdahale ediyordu.
Dizüstü bilgisayarını çıkardı, bir kablosuz sinyal yakaladı ve e-postalarını kontrol etmek için masasının önünde diz çöktü. Dua ediyor mübarek, dedi beyin. “Biliyorum, biliyorum,” diye söylendi Thom.
Yeni ve biraz heyecan verici ev arkadaşıyla daha önceki üç karşılaşmasındaki gibi, Erik kapıyı çalıp odaya daldı. Erik yirmili yaşlarını sürüyordu ve kara saçlarına tarak geçebilseydi yakışıklı sayılırdı.
Kralın gelişini haber verircesine, “Çörek!” dedi. Devasa bir çörek kutusunu Thom’un göz hizasına uzattı.
“Ha,” dedi Thom. “Yiyemem ben bunlardan. İyi görünüyorlar gerçi.”
“Yiyemez misin?”
Her seferinde kafa karıştırdığını bilerek belki milyonuncu kez, “Buğday yiyemiyorum,” dedi. “Benim, eh, katı bir beslenme alışkanlığım var.”
“Hayda… Kutlama bu. Sabah gidip koşarız. Bir park var yakınlarda. Haritada gördüm ve bulacağım. Şafakla kalkar, sağlı sollu dalarız.”
Thom ürpertisini bastırdı. “Diyet diyeti değil, mide şeyi… Glüten dayanıksızlığı ve diğer şeyler. Buğday yiyemiyorum işte.”
“Glüten, ha?” Erik kaşlarını kaldırdı. “Glutentag,” dedi neşeyle. “Peki, fikrini değiştirirsen çörekler mutfakta duracak. Odan güzel. Masayı iyi yerleştirmişsin. Ne tür oyunlar var bunda?”
“Fazla bir şey yok pek.”
Erik enerjiyle onayladı. “Peki, kardeş, görüşürüz. Bir şey gerekirse oturma odasındayım.”
Thom kafa salladı. Seçilmiş halktan birileriyle oturmadığından epey emindi.