İnsanlar arasındayım, kentin anacaddesinde, “Moda Ayakkabı” dükkânında “çırak” olarak çalışıyorum.
Patronum ufak tefek, şişman biri; esmer, bereli bir yüzü, yeşil dişleri, kirli ıslak gözleri var. Gözleri görmüyor gibi geliyor bana, bunu anlamak için karşısında yüzümü buruşturuyorum.
“Suratını buruşturup durma karşımda,” diyor sakin, ama sert bir tavırla.
Bu bulanık bakan gözlerin beni görmeleri ve gördüğüne inanmaları hiç hoş değil; patronum belki de sadece tahmin ediyor yüzümü buruşturduğumu.
“Sana yüzünü buruşturma, dedim,” diyor sesini daha da alçaltıp kalın dudaklarını neredeyse kıpırdatmadan.
“Kollarını kaşıma...” diyen kuru fısıltısı geliyor kulağıma. “Kentin anacaddesinde birinci sınıf bir dükkânda çalışıyorsun, bunu unutmamalısın! Çırak dediğin, dükkânın kapısında heykel gibi durur...”
Heykelin ne olduğunu bilmiyorum, kollarımı kaşımadan da edemiyorum. Kollarım dirseklerime kadar kırmızı lekelerle, yaralarla kaplı; uyuz böceği dayanılmaz bir şekilde yiyor yaralarımı.
Patron kollarıma bakarak, “Memleketinde ne iş yapıyordun sen?” diye soruyor.
Anlatıyorum, patron kül rengi saçlı yusyuvarlak başını sallıyor, küçümser bir tavırla, “Eskicilik dilencilikten de, hırsızlıktan da kötüdür,” diyor.
Mağrur bir tavırla karşılık veriyorum:
“Ben hırsızlık da yaptım zaten!”
O zaman, kedinin patilerini koyduğu gibi, ellerini tezgâha koyuyor, boş gözlerini korkuyla yüzüme dikiyor, tıslıyor:
“Ne dedin sen? Nasıl?”
Nasıl ve neler çaldığımı anlatıyorum ona.
“Boş ver şimdi bunları. Eğer burada ayakkabı veya para çalarsan, hapse attırırım seni, büyüyünceye kadar orada kalırsın...”
Son derece sakin söylemişti bunu. Korktum, bu yüzden daha çok nefret ettim ondan.
Dükkânda benden başka kuzenim Saşa Yakov ve yaşlı bir tezgâhtar daha vardı. Tezgâhtar yapışkan, kırmızı yüzlü, işinin ustası biriydi. Saşa, sarı redingot giyiyordu. Bir gömleği vardı, kravat takıyordu, pantolonu uzundu, kibirliydi, bana dönüp bakmıyordu bile.
Dedem beni patrona götürüp de Saşa’dan işi öğrenmem için bana yardımcı olmasını rica edince Saşa ağırbaşlı bir tavırla yüzünü buruşturmuş, önceden uyarmıştı:
“Sözümü dinlerse olur!”
Dedem elini başıma koyup boynumu eğmişti.
“Onun sözünü dinle, yaşça senden büyük, görevinde de senden kıdemli...”
Saşa gözlerini yüzüme dikip uyarmıştı beni:
“Dedenin ne dediğini unutma!”
Daha ilk günden de, bana karşı üstünlüğünden yararlanmaya başlamıştı.
“Kaşirin, gözlerini belertme öyle,” diye uyarıyordu patron onu.
Saşa başını öne eğip, “Bir şey yaptığım yok benim,” diyordu, ama patron ısrar ediyordu:
“Surat asıp durma, yoksa müşteriler keçi sanacak seni...”
Tezgâhtar saygılı bir tavırla gülüyor, patron dudaklarını çirkin bir biçimde büküyor, yüzü mosmor olan Saşa tezgâhın arkasına siniyordu.
Bu tür konuşmalar hoşuma gitmiyordu, kullanılan sözcüklerin büyük çoğunluğunu anlayamıyordum, bazen bu insanlar yabancı bir dilde konuşuyorlar gibi geliyordu bana.
Bir kadın müşteri geldiğinde patron elini cebinden çıkarıyor, bıyığına şöyle bir dokunuyor, yüzüne en tatlı gülümsemesini takınıyordu. Gülümsemesi yanaklarını kırıştırırken, kör gözlerini hiç değiştirmiyordu. Tezgâhtar, dirseklerini iki yanına bastırarak doğruluyor, parmaklarını saygıyla açıyor; Saşa, fal taşı gibi açtığı gözlerini saklamaya çalışarak, ürkek ürkek kırpıştırıyordu; ben, belli etmeden kollarımı kaşıyarak kapıda dikiliyor, satış seremonisini izliyordum.
Tezgâhtar, kadın müşterinin önünde yere diz çöküyor, parmaklarını tuhaf bir biçimde açarak ayakkabıyı denetiyordu. Elleri titriyordu, kadının bacağına, onu kırmaktan korkuyor gibi büyük bir dikkatle dokunuyordu, ama bacak baş aşağı duran iri bir şişe gibiydi.