Ben
1.Garip bir sabah, gazeteci kızın gelişi, Kerberos
Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı.
O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.
Tavşanlar her gün olduklarından daha hızlıydılar. Yerlerinde duramıyor, az görülür bir telaşla o kayanın arkasından çıkıp bu kayanın arkasına koşturmak için sabırsızlanıyorlardı. O kadar hızlıydılar ki onları takip edemiyor, daha çok arkalarında bıraktıkları mor ışık izlerini görebiliyordum. Bu ışık izleri, soygun filmlerinde sık sık rastlanan, çok iyi denetlenen bankaların kasa dairelerinde birbirini keserek güvenli bir kafes oluşturan kızılötesi ışınları andırıyordu. Hani şu, kahramanın ancak özel bir gözlük yardımıyla görebildiği ışınları. Ama tavşanların arkalarında kalan izler mordu, bunu iyi hatırlıyorum.
O sırada telefon çaldı. Açar açmaz, haftada birkaç kere gelip ev işlerini yapan Hatice Hanım’ın sesini duydum: “Korkunç Ahmet Bey! Vallahi çok korkunç!” diyordu.
Böyle durumlarda, yani birisi korkunç bir sesle “korkunç” diye bağırdığı zaman korkmak gerektiğini anlarım ve aklıma hemen ikiz kardeşim Mehmet gelir. Bir süre hiç sesimi çıkarmadan dinledim, sonra yatışmış olduğunu tahmin ederek “korkunç” sözüyle neyi kastettiğini sordum.
“Arzu Hanım’ı duymadınız mı?” dedi ağlayarak.
Arzu Hanım’a ne olduğunu sordum. Anlatmaya dilinin varmadığını söyledi ama sonra hem korkunç diye telefon açıp hem de neyin korkunç olduğunu söylememenin saçmalığını kavramış olacak ki fısıldar gibi “Arzu Hanım’ı öldürmüşler!” dedi.
Bu durumda ne yapılması gerektiğini düşündüm. Normal olarak insanlar, bir tanıdıklarının ölüm haberini aldıklarında üzüntü belirtirler.
Yaşadığım deneyimler sonucunda bu kadarını biliyordum. Evet, üzüntü ifade eden bir şeyler söylemeliydim ama duyguları öğrensem bile, dozunu ayarlamayı bilmiyordum henüz. Yani beynim biliyordu ama kalbim bilmiyordu. Zaten o zavallı, yorgun pompa ne bilebilir ki!
Arzu’yu yakından tanıdığıma, hatta daha yedi sekiz saat önce gördüğüme göre ağlamam mı gerekirdi, yoksa hayretle bağırmalı mıydım, isyan mı etmeliydim? Belki de bu duyguların hepsini birden ifade etmem gerekiyordu. İyi de ne kadar yapacaktım bunu, nasıl
yapacaktım?